Sayfalar arasında

Kitap okursunuz, okumazsınız sizin bileceğiniz iş. Okursanız kendinize fayda, okumazsanız; aynı yerde saymaya devam.

Ben orasına karışmam.

Fakat okuyanlara rehber olması için damakta tadı kalanları paylaşalım bugün. Zamanla seri haline getireceğimiz yeni bir bölüm de yaratmış olalım.

IŞIĞIN SAVAŞÇISININ EL KİTABI / Paulo Coelho

Işığın savaşçısı, bazı anların yinelendiğini bilir.

Aynı sorunların, aynı durumların durmadan karşısına çıktığını görür; bu durumların yinelendiğini görünce karamsarlığa kapılır, hayatta başarılı olamadığını düşünür. “Bütün bunları daha önce de yaşadım,” der yüreğine. “Evet, sen bunları daha önce de yaşadın,” der yüreği ona. Ama daha ötesine geçemedin.” O zaman savaşçı, bu yinelenen deneyimlerin tek bir amacı olduğunu anlar: Öğrenmek istemediği şeyi kendisine öğretmek.

PAMUK İPLİĞİNDEN HAYALLER / Marie Bostwick Hayat, senin onu yaşadığın gibidir. Kendin için üzülmekten vazgeç.  

GÖKKUŞAĞINI YAKALAMAK / Kathleen Long

Bazen yeniye yer açmak için eskileri temizlemeniz gerekir. Bunu bir kez yaptığınızda yeni, hayal ettiğinizden çok farklı olur. Ve bu bazen daha iyidir….  

TATLI RÜYALAR KÜÇÜĞÜM / Massimo Gramellini Sezgilerimiz bize kim olduğumuzu söyleyip durur. Ama tanrıların sesini, düşüncelerin monoton gürültüsüyle ve duyguların uğultusuyla örterek, duyarsız kalırız. Gerçeği görmezlikten görmeyi tercih ederiz. Acı çekmemek için. İyileşmemek için. Çünkü aksi takdirde korktuğumuz şey olur. Tamamen diriliriz.  

AŞKA VAR MISIN? / Natasha Boyd Aşk, hayattaki en büyük risktir.  

EVET ENERJİSİ / Loral Langemeier Çocuklarımıza bırakabileceğimiz en güzel miras özgüvendir. Yetenek, akıl hatta mizah anlayışı sizi bir yere kadar götürür ama özgüven sizi sonunda kadar götürür. Kibirli olmayan, sizden büyük bir gücün varlığını bilmekten gelen kararlılık ve insanları iyiye yöneltme yeteneği hem çocuklarda hem yetişkinlerde çok güzel bir özelliktir.  

UÇAMIYORUZ

British Airways – 1952

Seyahat etmek artık uzak bir gelecekte bizi bekliyor. Bugün bunları düşünürken sizin için birkaç havayolları reklamı toparladım. Özellikle videoyu izelemenizi tavsiye ederim.

THY

Ukrayna Havayolları

Moskova’da bir alışveriş merkezi

Bristish Airways’in Moskova’da bir alışveriş merkezinde, İngiltere’ye seyahate dikkat çekmek için yaptıkları gösteri.

PREFRONTAL KORTEKS

Karantinada olduğumuz süreç içerisinde ekmek yapanlardan olmadım. Yine de arada sırada yediklerimiz, sık yediklerimiz haline dönüştü. Depresifleştikçe buzdolabı ile samimi ilişkiler kuran her Türk kadını gibi.

Öte yandan, Corona’nın üzerimizde yarattığı tedirginlik yüzünden ağzımızın tadı pek olmadığı günlerde, pişirdiklerimizin buzdolabında süründüğü de oldu.

Bazen köşeme çekilip, Corona’nın hayatımıza girmesinden bu yana, hayatımızda nelerin değiştiğini, nelerden vazgeçtiğimizi ( ya da vazgeçmek zorunda kaldığımızı) düşünüyorum (başka işim yokmuş gibi)

İçeriğin her birimize göre farklılık göstereceğinin bilincindeyim. Yine de hepimizin tek bir ortak paydası var. Hem de çok önemli bir payda.

YENİ HAYATIMIZ BU !

İçinde bulunduğumuz sürecin, geri kalan hayatımızın fragmanı olduğunu düşünüyorsanız bu konuda haklısınız. Psikolojik olarak, izlediğiniz film veya dizilerde; yakın oturanları, öpüşenleri sarılanları gördükçe onlar adına tedirgin oluyorsanız, Corona’nın direttiği yeni alışkanlıklar, hayatlarımızdaki yerini zaten almış demektir.

Bazen uçağa yeniden binip binemeyeceğimi, evimin dışında ilk kime sarılıp, ilk kiminle tokalaşacağımı merak ettiğimde; panik duygusu ile “Bakarız.” dedikten sonra bu düşünceleri kafamdan silip atıyorum.

Demek ki normallerim değişmeye çoktan başlamış; ben her ne kadar direnmeye çalışsam da.

Normal nedir? Neydi? Yeni normal ne? Ne zamana kadar? Normallerimiz sık sık değişecek mi? Eskiden normale sıkıcı gözü ile bakarken, yei normalin şu aralar ilahi bir güç gibi kapı arkasında bizi beklediğini hayal etmenin acizliği ve tedirginliği.

Tüm bunlara rağmen yine de çok hayret ve hayranlıkla gözlemlediğim tek şey, insanoğlunun uyum süreci, ne kadar kolay uyum sağlayabildiği.

Peki bize uyumlu olmamızı kim söylüyor?

Prefrontal Korteks.

Yani beynimizin ön lobu.

Gelecek kaygısı taşımamıza ne demeli peki?

Tek kelimeyle “S A Ç M A L I K”

Sebebi ise şu. Gelecek olarak nitelendirdiğimiz milyonlar hatta milyarlarca olasılığın temeli, içinde bulunduğunuz anda verdiğiniz karar ile ilgili. Yani ucu buna dokunuyor. İçinde bulunduğunuz anda verdiğiniz kararlar, yaptığınız seçimler; gelecek dediğimiz fenomeni şekillendiriyor. Yoksa belli bir zaman dilimi sonrası hazırlanmış, paketlenmiş olarak sizin kurdelesini açmasını bekleyen bir gelecek yok. Çok merak ederek boşuna kendinizi yormayın.

Siz anda kalın, ona odaklanın.

İLKOKUL ANSİKLOPEDİSİ BİLGİLERİ

Ağız açık yemek yenmez, ağzımızda yemek varken konuşulmaz. Durduk yere iğrençleşmeye gerek yok.

BİZ 6 KİŞİ

“İki kişi bir araya geldiğinde, aslında bulunulan mekanda altı kişi vardır. Her birinin kendini nasıl gördüğü, her birinin karşısındakini nasıl gördüğü ve her birinin gerçekteki kişilikleri vardır, ”

William James

Düşünelim.

Annenizle aynı odada olduğunuzu düşünün. Siz ve annenizin kendinizi nasıl gördüğünüz 2 kişi; aslında kim olduğunuz 2 ayrı kişi; onun aslında sizin aslında kim olduğunuz 2 kişi.

Toplam 6 kişi.

Burada anne örneğini verdim ama siz onun yerine eşinizi, en yakın arkadaşınızı, sevgilinizi, çocuğunuzu kısacası duygusal olarak yakın hissettiğiniz her kimse onu koyabilirsiniz.

Bu yapı, duygusal bağımızın olmadığı durumlarda da kendini göstermekte. Patronunuz ile olan ilişkinizde, patronunuz sizin ona kendinizi gösterdiğiniz ya da onun sizi nasıl gördüğünü kabul edecek olursak; odada yine 6 kişiyiz.

Peki bu kişi sayılarını azaltarak, yanlış anlamalara sebep olan durumlardan kurtulabilir miyiz?

EVET.

Bunun iki anahtarı var.

İletişim ve Empati.

Empati yapmanız halinde, karşı taraf ile kuracağınız iletişimin %100 daha sağlıklı olacağını biliyoruz. Bu da bizim, ilişkilerimizde daha az sorun yaşayacağımızın garantisini veriyor.

EMPATİ NEDİR?

Empati, karşınızdaki kişiyi anlama ve duygu ve düşüncelerini paylaşabilme yeteneğidir.

Peki empati duygusunu nasıl geliştireceğiz?

Müzik yapmak, kitap okumak, insanlar hakkında kafamızda oluşan ilk yargıdan hemen kurtulmak, sosyal ortamlarda oyunlar oynamak çocuk yaşlarda olduğu kadar, yetişkinlik dönemlerimizde de empati gücümüzü arttırmaya yarıyor. Gelişen empati duygusu sayesinde şiddet eğilimleri yok olacak seviyelere kadar gerilerken, başkaları için korku ve baskı altında yaşamaktan da vazgeçip, daha özgüvenli bireylere dönüşebiliyoruz.

Sanat akımları arasında ise tiyatro, Shakespeare’ın deyimi ile “İnsana, insanı insan ile anlatan bir sanat dalı” olduğundan empati duygumuzu derinleştirmemize olan faydası çok büyük.

Her şeyde olduğu gibi, empati duygusunun da dengede tutulabilmesi çok önemli. Örnek vermek gerekirse, tıp alanında mesleğini icra eden her bireyin, hastaya empati duygusu ile yaklaşmasının önemi (hasta memnuniyeti, duygusal zindelik) ortada olmasına rağmen; bunun çok aşırı boyutlara taşınması halinde, yüklenilecek aşırı duygusal yük yüzünden; iş yapamaz hale gelme riskleri meydana gelebiliyor.

Sosyal Sorumluluk Projeleri

Araştırmalara göre, sosyal sorumluluk projelerinde yer almak da empati duygumuzu kısa sürede yükselten araçlardan biri. Sosyal adaletsizliklere uğramış insanların yanında olabilmek, maddi durumu bizden daha aşağıda olan kişilere maddi yardımlarda bulunmak, ihtiyaç sahibi birini elimizdeki kaynakları kullanarak, doğru kanallara yöneltebilmek.

ÖRNEKLE

  • Evimizdeki giysi ve eşyaları, maddi sıkıntı olan kişilere bağışlamak.
  • Ürettiklerimiz ile yardım yapmak. ( Bebek battaniyesi, eldiven, kaşkol, bere v.s örerek bunları yardım kuruluşlarına, yetimhanelere bağışlamak)
  • Okulların kütüphanelerine kitap bağışı yapmak. Eğer bir kütüphaneye sahip değillerse, ilgili okula bir kütüphane kazandırmak.

ÖZETLE

Empati sadece sizin hayatınızı değil, hayat çemberinize dahil ettiğiniz, kim varsa, herkesin hayatını güzelleştirecektir.,

TIK TIK

Dijital platformlarda benim için liste başı Youtube olmuştur her zaman. Bunun yanı sıra, internetten de izlediğim program, film vb. çok.Bir senedir zorunlu tatil! modumuzla internet artık kucağımızda dolaşıyor hale geldik biz de.

Sizlere izlemeniz için tavsiye etmek istediğim birkaç program var.

ESRA DERMANCIOĞLU

Esra Dermancıoğlu’nun youtube kanalını tavsiye ederim. Önceleri Alican Yücesoy ile yaptıkları instagram canlı yayınlarının kayıtlarına da kanalında ulaşabilirsiniz. Kadın, erkek ilişkisi ile her konuda nokta atışı yapmayı başarmışlar bence. Bir ilişkide ne kadar kolay, rahat ve olağan şekilde saçmalayabileceğimizi/saçmaladığımızı dakikalarca gülerek izleyeceğinizden emin olabilirsiniz.

İBRAHİM SELİM İLE BU GECE

Konuğunu baymadığı için, seyircisni de baymayan ev sahibi İbrahim Selim ile Bu Gece, karantinadan dolayı şimdi İbrahim Selim ile evde bu gece şekline dönüşmüş olsa da, programın kalitesinden eksilen birşey olmamış.

STAGED

Michael Sheen ve David Tennant. Bir zamanların Dr.Who’su David Tennant’ın hayranı eminim çoktur. Benim favorim Michael Sheen. İki tecrübeli aktörün karantinada geçirdikleri süreç ile ilgiili, online görüşmelerini içeren 15-20 dakikalık harika bir program.

OLMAZ ÖYLE SAÇMA TARİH

Emrah Safa Gürkan ile geç tanışmış olmanın rahatsızlığını yaşadım açıkçası. İlker Canıkligil’in sorduğu yerinde sorular ve hocanın anlatımı, esprileri ile tarihe bakış açınız emin olun olumlu yönde değişecekir. Emrah Safa Gürkan’ın çok hızlı konuştuğunu, ama çok hızlı konuştuğunu mutlaka söylemeliyim. Alışana kadar altyazı seçeneğini tıklamanızı haahah ve arada onun yerine nefes alma ihtiyacınızı bastırmamanızı öneriririm.

SESLİ KİTAP

Kitap okumayı çok seven biri olarak ilk kez bu sene, sesli kitaplara bir şans tanımaya cesaret ettim. Ama olmadı. Ben hala kağıda dokunup, kitabımı elimde tutmayı tercih edeceğim bu belli oldu. Zaten belliydi de önyargıılı olmamak adına denemek istedim. Meraklısı için youtube!a seslikitap yazarsanız; birçok seçenek karşınıza çıkacaktır.

Son bir ayda yine yeniden diyerek izlediğim filmler ise ;

V for Vendetta – İzlemediyseniz mutlaka, mutlaka izleyin. İzlediyseniz siz yine izleyin. Bazı şeyleri hatırlamak gerek 😉

İyi, Kötü, Çirkin

1917

Biz böyleyiz

9 Kere Leyla – Bu film için pek olumlu eleştriler yapılmamış olsa da, ben katılmıyorum. Özellikle Demet Akbağ’ın filmin sonundaki monoloğu, film boyunca göz önüne serilmiş olan sanatsal estetik, Haluk Bilginer’in vazgeçemediğimiz oyunculuğu. Elçin Sangu’nun bu iki oyuncu arasında kendi oyunculuğunu konuşturarak silik bir hale gelmeyişi.

Siz kimseyi dinlemeyin, filme bir şans verin derim.

MÜFİT CAN SAÇINTI

Domatesleri örnek almanın zamanı geldi arkadaşlar.

Yavaşlayın !

YETER AMA !

Bir seneden beri Corona terörü, yasakları, itirazları, komplo teoileri, aşı muamması, aşının olmayışı, insanların maddi sıkıntılarla boğulmak üzere oluşu ve,ve,ve,ve,ve,ve derken; bu terörü bir seneden beri yaşıyor olmamızın farkındalığı beni dün vurdu ve bu farkındalık hiç hoşuma gitmedi.

Bilinmezlik, muallakta kalmış olmak, evde olmaktan çok çok memnun olmama rağmen aksinin dönem dönem yasaklanıyor oluşu, kapatılma fikri, ölüm korkusu ile zaten boğuşup duruyordum. Günün belki 24 saati değil, çünkü bir şekilde günlük hayatınıza devam ediyorsunuz. Fakat tüm bu duygu ve düşünceler, beynimin bir köşesinde asılı, gitmeyen bir karın ağrısı gibi içimde salınıp durmakta.

On günde bir market ve eczane dışında bir senedir kapı dışarı çıkmazken, ki acil bir mecburiyet yaşamamış olmamızdan dolayı da buna sürekli şükretmekteyim Evet biliyorum. sadece ülke genelinde değil, dünya genelinde bu şansa sahip olan az insanlardanım.

Marketten aldıklarımı foşur foşur yıkamaya hala devam ediyorum EVET,

Eğer eşim markete gittiyse, hijyen manifestosunu, dediklerimi yerine getirene kadar panik ve korku terörü yaratarak hala tekrarlıyorum EVET

Dün eşimin aldığı şeker paketinin üzerindeki son kullanma tarihinin Mayıs 2021 olduğunu görünce kendimi kaybettim. Hem üretenlere, hem satanlara hem de dikkatsizce satın alıp eve getirmiş olan eşime dakikalarca yüksek sesle söylendim. Sonunda eşim, “Sorun yok,” diyebildi ki daha çok celallendim. “Nasıl bu kadar rahat olursun?” “Sağlığımız pamuk ipliğine bağlı bu nedir? ( bu arada şeker paketini sallayıp duruyorum)

Eşim ne olduğunu anlayınca ( kendi ifadesi ile) beni yanına çağırarak, bilgisayardan açtığı takvimi gösterdi ve bana “Bak!” dedi sakince, “2021’deyiz ve Mayıs’a daha aylar var.”

Edvard MUNCH, “Çığlık” 1893

En yakın koltuğa çöküp kaldım. 2020 yaşanmamış bende. Sanki yok. Sanırım bu yüzden de 2021 de oluşumuzu idrak edememişim.

Çok sosyal, çok dolu dolu, etlerimiz sokaklarda kalana kadar gezip tozan ve sırf bu rutinimizden çıktığımız için bu duyguda olduğumu zannetmeyin.

Buna rağmen, günlük hayatımızda ne kadar sıradan gördüğümüz kararlarımızın artık izne tabii oluşu, arada yasaklanması, bizim ellerimizden kayarak, başkalarının kararlarına tabii oluşu, özgürlük denen duygunun sadece mekan ile sınırlı olmayışı ve daha onlarca örnek, derin nefesler almama rağmen beynimden ve ruhumdan atamadıklarım.

Yerli ve yabancı basında okuduğum onlarca makale, dijital platformlarda yayınlanmış onlarca programı izledikten sonra, Corona’dan en azından 2 sene daha kurtulabileceğimizi sanmıyorum.

Ne hissedeceğimi, ne düşüneceğimi bilmeden rüzgara kapılmış olarak yaşıyor olmamızın hissi belki bu sürecin başlarında değişik gelmiş olsa da beni artık baymış durumda ve bu beni hayatımın kontrolünü de kaybetmişim gibi bir duyguya itmeye başladı.

Dışarıdaki insanları Zombilerr gibi algılayıp, o hisle kendini korumaya çalışığ evine kapanan sadece ben değilim; biliyorum. Tüm bu yazdıklarımı başkalarının da bazı noktalarda aynı şeyleri hissedip, düşündüğünü de tahmin ediyorum.

AMA UMURUMDA BİLE DEĞİL!,

Kelin ilacı olsa kendi başına sürer!

Kulağımdaki küpeler

Herbirimizin tarihinde hayatlarımızda iz bırakan kişiler olmuştur. Bugün bu düşünce kafama yerleştiği andan itibaren, ilk odaklandığım kişilerin öğretmenlerim olduğunu fark ettim. Bu ilk fark edişim değil. Hayatımda iz bırakan bu kişilerin, bende mayaladıkları birçok şeyin yanı sıra; kulağıma küpeler taktıklarını, bu küpeleri hayat yolculuğumda çıkarmadan ilerlediğimi biliyorum. Üstelik kendime hatırlatmalar yapmaya gereksinim duymadan.

38 sene öncesine giderek izin verin hem ben onları hem bir kez daha saygı ve minnetle anmış olayım, hem de sizlerin kendi öğretmenlerinizi anmanızda vesile olayım.

İlkokul birinci sınıfın ilk gününde, babam elimi tutmuş sınıfa girmemi beklerken okula başladığım için çok çok heyecanlıydım. Dört yaşında okuma yazmayı öğrenmiş bir çocuk olarak, okulun bana neler öğreteceğinin merakı içerisinde idim. İsmim okunup, ben sırama doğru ilerlerken babamın, öğretmenim Latife Hanım’a “Eti sizin, kemiği bizim hocam,” dediğini duydum. Şimdinin aksine, öğretmenlerine bu şekilde emanet edilen bir nesilden geliyorum anlayacağınız.

Bu yüzdendir ki, sadece kendi öğretmenlerimi değil, tanımadığım ama bu mesleği icra eden tüm öğretmenlerimize saygı ve sevgi le bakarım.

Hayat ansiklopedilerinin her evin baş köşesine yerleştiği yıllardı. Latife Hanım’ın derste okumanın önemini anlattığı bir gün, kendimle övünerek Hayat Ansiklopedisi okuduğumu söyleyince, öğretmenim buna inanmayarak, bana ertesi gün ciltlerden bir tanesini sınıfa getirerek okumamı istedi. Sınıf olarak hecelere henüz geçmiş olduğumuz bir dönemde, söylediklerime inanmadığına eminim. Yine de bana kendimi doğrulama şansını verdi. Ertesi gün, sabah kendisine sınıfa girmeden teslim ettiğim ansiklopediyi, ders arasında masanın üzerine açarak, sınıfa masasının çevresinde toplanmasını söyledi. Heyecanla bekledim. Ne de olsa okuyabildiğimi ispat edeceğim ana gelmiştim. Ama öyle olmadı. Latife Hanım, benden herhangi bir şey okumamı istemedi.

Çocukların ilgisini çekmek için, siyah beyaz basılmış olan ansiklopedinin, sayfalar arasına serpiştirilmiş olan renkli sayfalarına geçiyordu. Renkli sayfaların birçoğu ünlü ressamlara ait resimlerdi. Kadın ve erkek bedeninin anatomisinin gözler önüne serildiği bazı resimlere gelince, çocuklar arasında kıkırdaşmalar ve “Aaa ne kadar ayıp” diyenler oldu.

Latife hanım bize hemen yerlerimize geçmemizi söyledikten sonra, ansiklopediyi getirip arkadaşlarımla paylaştığım için bana teşekkür etti ve kitabı elime tutuşturuverdi. Yerime geçip oturdum. Latife Hanım sınıfın ortasına gelerek şu cümleyi söyledi.

“Sanatta ayıp olmaz çocuklar.”

1950s smiling woman elementary school teacher sitting behind desk in front of blackboard looking at camera

Arkasından da bizim anlayabileceğimiz bir dilde, sanatın önemini anlattı. Renklerden, sanatın toplum için neden önemli olduğundan ve şimdi tam olarak hatırlayamadığım ama merkezinde sanat yatan uzun bir konuşma yaptı.

Teneffüs zili çaldığında, soluğu yanında aldım ve bana ansiklopediden neden bir parça okumama izin vermediğini sordum.

Gülümseyerek, elimden tuttu ve beraber bahçeye çıktık. Birkaç adım attıktan sonra bana şunları söyledi.

“Bugün sabah ansiklopediyi sınıfa getirdiğinde, dün zaten doğru söylemiş olduğuna emin oldum. Sınıftaki arkadaşlarının henüz hecelere yeni başladığını biliyorsun. Senin ansiklopediden bir şey okuman onları biraz üzerdi, öyle değil mi?”

Yerin dibine girdim. Hiçbir şey söyleyemedim. Onlar aklımdan bile geçmemişti.

Aramızda geçen sessizlikten sonra elini omzuma koyarak bana okul bahçesinde koşuşturmakta olan arkadaşlarımı göstererek “Hadi koş arkadaşlarınla oyna,” dedi. Başımı salladım.

Yanından ayrılacaktım ki beni durdurdu. “Şimdi sana söyleyeceklerimi unutmamanı istiyorum. Belki şimdi biraz kafan karışabilir ama söylediklerimi unutma. Yaşın büyüdükçe daha çok anlayacaksın,” dedi. “Tamam öğretmenim,” dedim. Konuşmasına devam etti. “Hayatın boyunca bilgiyi depola, aklında, kalbinde sakla. Onu ortaya çıkarmakta acele etme. Mutlaka ihtiyaç duyduğun gün geldiğinde o bilgi senin zaten yardımına koşmak için ortaya çıkacaktır.”

O anda çocuk aklımla, söylediklerine mana yüklemekten çok, kelimeleri hafızama kaydetmeye çalışıyordum. Eve gelir gelmez öğretmenimle konuştuklarımızı annem ve babamla paylaştım.Her ikisi de hem sanatla ilgili, hem de  öğretmenimin son nasihati ile ilgili bana açıklamalar yaptılar. Kafam biraz daha netleşmişti.

Latife Hanım’ın bana o gün verdiği küpeleri kulağımdan hiç çıkarmadım.

Öğretmenlerimizin kıymetini bilelim. Yüce Atatürk’ün şu sözlerini unutmayalım.

“Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir millet, henüz bir millet adını alma yeteneğini kazanamamıştır.”

Işıklar içinde uyu öğretmenim.

Veritas

Yatağın solu

Yatağın mümkün olduğu kadar sol tarafından kalktığım bir gün. Ayaklarımı sürüye sürüye alt kata indim. Sabah alışkanlığı, elektrikli su ısıtıcısına bas, nescafe hazırla, tost makinesine iki dilim ekmek, falan filan.

Internette sosyal medyayı kontrol et, kitabın ayracını bıraktığın yere bak, okumak için niyetlen sonra vazgeç.

Aslında her sabah farklı bir ruh hali ile uyanırız. Ya gece, kafamıza üşüşen düşünceleri sabah hayata geçirme telaşı ile, ya da ertelediklerimizin omuzlarımızda yarattıkları ağırlık ile. Bazen tembellik hakkımızı kullanabileceğimiz bir güne uyanmanın neşesi sarar ruhumuzu. Telaş ile geçirdiğimiz hayatımızda kısa bir molaya sahip olmanın heyecanı ile. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Sanırım önemli olan kısıtlı zamanımız olduğunu unutmamak. Bunu sürekli kafasının içerisinde taşıyan biri olarak, her anımı dolu dolu geçirmeye çalışırım. Bu halim zaman zaman kendimden sıkılmama sebep olsa bile. Sanki arkamdan atlılar koşturuyor. Bu telaş hali hep kalan vaktimizin sınırlı olduğunu uzun yıllar önce kabul etmiş olmamdan kaynaklanıyor.

Oysa öldükten sonra yanımızda anı götürüp götüremeyeceğimiz meçhul. Umarım götürebiliyoruzdur.

99

Zamana yüklediğimiz anlamlardan ötürü , bizden sıkılıyordur sanırım. “Zamana bırakmak”, “Zamanın ne getireceğinin belli olmaması.”, “Zamanın herşeyin ilacı olması.” vs.

Peyami Safa’nın hoşuma giden bir sözü var. Her hatırladığımda yüzüme geniş bir tebessüm oturur.

“Yaşlanarak değil, yaşayarak tecrübe kazanılır. Zaman insanları değil, armutları olgunlaştırır.”

Sosyal medyanın hayatımıza entegre olması ile, kullandığınız platform ne olursa olsun gün içerisinde, hayatımızı kolaylaştırmak, hayatın anlamını bulmak, yaşarken aslında neyin önemli olup olmadığı hakkında yüzlerce reçete ile karşılaşmaktayız. Zaman zaman bunların üzerine düşünürüm. Faydasını gördüklerim mutlaka olmuştur. Zaman zaman da bunları bizlerle paylaşanların gerçekten bu reçeteleri hayatlarında kullanıp kullanmadıklarını merak ederim.

Birçok insanın sosyal medya kullandığını kabul edersek, reçetelerin; ekran dışı sürdürülen hayatların çoğunda herhangi bir işe yaramadığı  belli aslında. Buna rağmen, düşüncenin olgunlaşmasının zaman aldığını kabul edersek, uzun vadede birilerinin hayatlarına dokunacak olmaları kaçınılmaz.

18

Cam Kavanoz ve Elma Ağacı

Elzbieta Ficowska, Varşova gettosundan bir alet çantasının içerisinde kaçırılarak, Polonya’nın Ari ırk kesiminde gizlendiğinde henüz 5 aylıktı. Polonyalı bir ailenin yanına yerleştirildi. Anne ve babasının isimleri, adresi bir kağıdın üzerine yazıldıktan sonra, bir kavanoza yerleştirilerek, bir elma ağacının altına gömüldü.

Katolik Polonya’lı Irena Sendler ve bağlı olduğu direniş örgütü tarafından 2500 çocuk çeşitli yollar ile, tıpkı Elzbieta gibi gettodan kaçırılarak kurtarıldı.

Sosyal görevli olarak çalışan Irene genç bir kadındı. Savaştan önce doktor olan babası fakir Yahudi ailelere yardımları ile biliniyordu.

1939 yılının, bir sonbahar gününde, Almanlar kanlı çizmeleri ile Polonya’yı işgal ettiler. İşgal önce kıta Avrupa’sında, daha sonra dünya geneline yayılacaktı. İnsanoğlunun sebep olduğu sınır tanımaz vahşet, sadece cephede savaşanlar arasında yaşanmayacaktı.

İşgalden bir sene sonra Varşova ‘daki  Yahudiler’in, açlık, hastalık ve ölüm korkusu ile gettoda yaşamaya başladıkları tarih 1940.

500 bin nüfusu ile Avrupa’daki en büyük getto olma özelliğini taşıyan Varşova gettosu, 22 Temmuz 1942 tarihinde boşaltılmaya başlandı. Naziler tarafından bir çalışma kampına gönderildiklerini zanneden bu insanlar, açlık ve sefaletten çalışarak kurtulabilecekleri umuduna kapılmışlardı. Bir çoğu ise, ailelerinden ayrılmak zorunda olmadan bu yolculuğa çıktıkları için kendilerini şanslı bile hissetmişlerdi. Kadınlar, erkekler, çocuklar, bebekler, büyükanneler, büyükbabalar….

Oysa ki gerçek çok farklıydı. Getto’dan,  22 Temmuz 1942 tarihinde Treblinka’daki kampa gönderilenlerin sayısı 5000 kişi idi. Yolculukları sırasında havasızlıktan ötürü aralarından ölenler oldu. Kampa ulaştıklarında , vagon kapılarının açılması ile havaya kavuşup derin nefes alanların birçoğu yaklaşık on dakika sonra gaz odalarında hayatlarına korkunç bir şekilde veda edeceklerdi. Sonraki iki ay boyunca toplamda 350 bin Yahudi katledildi.

Irena çalıştığı kurumdan gizli, güvendiği birkaç arkadaşı ile birlikte 3000’e yakın sahte belge hazırlayarak birçok Yahudi aileyi kurtarabilmişti. Daha sonraları gettodaki tifo salgınından çok korkan Naziler’in bu zayıflığından yararlanarak, hemşire olarak gettoya girme iznini kolaylıkla aldı. Gettoya her gidişinde yanında taşıyabildiği kadar yiyeceği, açlıktan ölmek üzere olan ailelerle paylaşmaya başladı. Salgın hastalık kontrolü için, hemşire üniforması ile, Nazi’lerin yanından rahatlıkla geçen Irena’nın asıl amacı, kurtarabileceği çocukları bulmaktı. Önce sokaklardaki yetimleri kurtarmaya başladı. Çok geçmeden ise aileleri ile yaşayan çocukları.

Anne ve babalar ile konuşarak, çocukların kurtarılması gerektiğine onları ikna ediyordu. Savaştan sonra ailelerin yeniden biraraya gelebilmesi için, tuttuğu kayıtların detaylarını anne ve babalarla paylaşıyordu.

18

“Bir insan boğuluyorsa ona yardım edilir. Hangi dine, ulusa ait olduğunun önemi yoktur. İnsan olması yeterlidir.” düşüncesi ile büyütüldüm diyene Irena, bu inancını koruyarak savaşın sonuna kadar mücadelesini sürdürdü.

Getto ve ari ırkın yaşadığı bölgenin tam  sınırında bulunan kilise sayesinde, yaşları büyük olan çocuklara birkaç Katolik duası öğretiliyor, diğer Katolik Polonya’lı çocukların aralarına katılarak, kalabalığa karışmaları ve böylece gettodan dışarı çıkmaları sağlanıyordu. Kapıda Naziler tarafından her türlü sorguya maruz bırakılan bu çocukların hiçbiri yakalanmadı.

Daha küçük çocukları ve bebekleri ise alet çantaları ve çuvallar içerisinde gettonun dışına çıkarıyorlardı. Ambulansta yanında bir şöför ve köpek ile beraber seyahat eden Irena, bebeklerin ağlamaları halinde kendi köpeğinin ayağına tekme atıyor, hayvan havlamaya başlar başlamaz nöbetçi Nazilerin yanındaki köpeklerin de havlaması gecikmiyordu. Böylece askerler iki köpeğin atışmasını susturmak için ambulansın geçmesine hemen izin veriyorlardı. Çünkü görünürde tuhaf hiçbir şey yoktu.

Çocukların ilk durağı, Irena’nın yakın dostları olan Piotrowski ailesinin eviydi. Burada beslenen ve üzerleri değiştirilen çocukların kayıtları tutulup, kavanozlar içerisinde evin arkasındaki elma ağacının altına gömülüyordu. Böylece çocuklar savaştan sonra aileleri ile biraraya gelebileceklerdi. Oysa Varşova gettosunda kalan Yahudilerin savaştan sonra sadece %1’i kurtulabildi.  Irena’ya yardım eden 24 kadın ve 1 adam, hayatlarını ne büyük tehlikeye attıklarının farkındaydılar. Ama bu onları durdurmadı.

1943 yılında, bir muhbir tarafından Irena’nın adresi Gestapo’ya bildirildi. Beş ay boyunca işkence gören genç kadın, ne çocukların yerlerini ne de direniş örgütündeki arkadaşlarının isimlerini vermedi, böylece idam edilmesine karar verildi. Fakat hikayesi burada sonlanmayacaktı.

Direniş örgütünün nöbetçiye rüşvet vermesiyle, ormana bırakıldı ve savaşın sonuna kadar saklanmak zorunda kaldı.

 

21

                                  Elzbieta Ficowska

 

20

                                       Elzbieta ve Irena

 

2007 tarihinde Polonya parlementosu tarafından onur ödülüne layık görüldü. Aynı sene Nobel Barış ödülüne aday gösterilmişse de, ödül Al Gore’a verildi.

Oniki sene önce bugün; yani 12 Mayıs 2008 tarihinde hayata gözlerini yumdu.

20
Irena Sendler 2007

 

Veritas

 

Çizgiler

Hayatta her şey çizgiler ile ilgili aslında.

Sınırlarımızı belirlediğimiz çizgiler.

Başarmak için zorladığımız çizgiler.

Sevdiğimizi hayat yolumuza katmaya çalışırken, üzerinde yürüdüğümüz istikrarlı çizgiler…

Kendi hayalleriniz ve hedefleriniz doğrultusunda, bu çizgilerin sayısı çeşitlilik gösterebilir.

Taa ki hayat denen yarışta FINISH (Bitiş) çizgisine gelene kadar.

Bu çizgiler, yüzünüze yerleşir zamanla.

Çok güldüğünüz için dudaklarınızın kenarına.

Her anlamaya çalıştığınızda, gözlerinizin kenarlarına.

Yaş aldıkça, yaşanmışlıklarınızın yol haritası haline gelirler.

Bir de çevremizdeki insanlarla olan iletişimimizde sahip olduğumuz çizgiler var. Sizi diğer insanlardan ayıran çizgiler.

Sizi iş arkadaşlarınızdan farklı kılan çizgiler. Bazıları ise işi daha ileriye taşıyıp, tüm bu çizgileri kullanarak, çerçeveler çizmekten bahsederler.

Çünkü o çerçevenin içinde kendilerini güvende hissederler.

Oysa bilmezler ki, o çerçeve onları boğar.

Çıkamazlar onun dışına.

Oysa tüm çizgiler paralel olmalı hayatımızda.

Uçları açık olmalı.

Çizgileriniz esnek olmalı.

Çekip uzatabilmelisiniz onları yeri geldiğinde.

Ya da silip kısaltmayı bilmelisiniz ömürlerini, elinizdeki değişim denen silgi ile.

Kırmızı çizgiler vardır önümüze çizilen.

Bize durmamızı, geri dönmemizi söyleyen, vazgeçmemiz için direten.

Öyle ki tüm bu olumsuz çizgiler, negatif (-) çizgisi ile gösterilirken, hayatınızda çizmeyi başardığınız tüm artı çizgiler (+) ile gösterilirler.

Sayıca daha güçlüye işaret eden, birbirine teğet geçmeyen iki çizgi ile.

Hayatta her şey çizgiler ile ilgili aslında.

1:23:40

Andrew Leatherbarrow’un, içindekileri son derece anlaşılır bir dille bizlere aktardığı, Çernobil faciası ile ilgili kitabını okumayı henüz bitirdim. 26 Nisan 1986, saatler 1:23:40’ı gösterirken, yaşanmış olan, Çernobil nükleer faciasından bu yana geçen onca seneye rağmen, kazanın bölgedeki çevresel ve insan hayatı üzerine etkileri hala devam etmekte. Öyle ki kazadan sonra, Hiroşima’ya atılan atom bombasının 50 katına eşit ölçüde radyasyon yayılmıştı.

Türkiye Atom Enerjisi sayfasını incelediğiniz zaman, karşınıza iki tane nükleer santral kazası çıkacaktır. Bir tanesi 1979 yılında Amerika’da meydana gelmiş olan TMI kazası ( ki ines sisteminde 5 olarak derecelendirilmiştir), diğeri ise Çernobil. Çernobil’deki kazanın ines sistemindeki derecesi ise 7.

Aynı sayfanın altında, istatistiki olarak bir karşılaştırılma yapılmış. “Nükleer santrallerde tasarım ötesi kazaların olma olasılığının on milyonda bir veya daha az olması, bu kazaların yaşanma potansiyelinin, azımsanabilir olduğunu göstermektedir. Karşılaştırma olarak, bir kişinin yıldırım çarpmasından ölme riski iki milyonda birdir (nükleer santralde insana ve çevreye zarar verebilecek bir kaza olma olasılığının en az 5 katı).”

Oysa Çernobil’de yaşananların etkileri, kazanın ardından geçen 34 yıla rağmen sürüp gitmekte olup,  önümüzdeki uzun yıllar boyunca da nesilleri etkilemeye devam edeceği uzmanlarca belirtilmekte.

Japonya’daki Fukuşima felaketinden önce Almanya’da bulunan santrallerin sayısı 17 iken, birçoğu kapatılarak bu sayı şimdilerde yediye inmiş durumda. 2022 yılında hepsini kapatmayı hedefliyorlar.

Çernobil’deki kazanın ardından, bölgeye girme izni bulunan sadece 5 gazeteciden biri olan İgor Kostin’in çarpıcı fotoğrafları, dünyadaki haber kanallarına servis edildiğinde, açıklananların aksine durumun vehameti gözler önüne serilmişti.

18

Fotoğraf: İgor Kostin

Kitapta altını çizdiğim notlara geçmeden önce, kitabı tavsiye ettiğimi söylemem gerek. Teknik detaylarla çok boğmamasına rağmen, yeteri kadar açıklayıcı yazılmış. Yazarın kitabı yazma yolculuğunun ve Çernobil’e yaptığı gezinin detayları ise, olayın insani boyutunu adeta yüreklere işliyor.

Şimdi notlarımıza geçelim.

19

 

  • Radyoaktivite deliliği önler, asil duyguları öne çıkarır, yaşlanmayı geciktirir ve olağanüstü gençlik dolu ve neşeli bir hayat oluşturur.

Dr.C.Davis – American Journal of Clinical Medicine

  • Modifiye edilmiş bir Boeing-29 Superfortress, ilk atom bombasını Japonya’nın 350 bin nüfuslu Hiroşima şehrine bıraktı. Bu bomba, 16 bin ton TNT’nin oluşturduğu enerjiye eşit derecede 0.6 gram uranyumu kuvvet haline dönüştürdü.

 

  • Radyasyon sendromundan kaynaklanan ölümler konusunda bile güvenilir kaynaklar bulunmuyor; çünkü Sovyetler Birliği, Çernobil felaketine kadar meydana gelen ciddi kazaların üstünü örttü. Nükleer güç üretimi gerçekleştirebilen ve Pakistan, Kuzey Kore, İran gibi bürokratik yozlaşma konusunda kötü şöhrete sahip olan, gizli işler çeviren devletlerin şu anda da böyle yapmaya devam etmeleri muhtemeldir.

 

  • “27  Nisan 1986 günü öğlen saat 2’den itibaren, polis ve şehir memurları refakatinde her apartmanın önünde bir otobüs bulundurulacaktır. Her ihtimale karşı dökümanlarınızı, hayati bazı eşyalarınızı ve bir miktar gıdayı yanınızda bulundurmanız önemle rica olunur. Tahliye süresince bütün evler polis tarafından korunacaktır.” ve bu son derece yanıltıcı bir mesajdı. İnsanlar evlerinden bir daha asla dönmemek üzere çıktıklarını bilmiyorlardı bile.

 

Gerisi kitabın sayfaları arasında.

Dünya tarihindeki en önemli facialardan biri olarak tarihteki yerini almış Çernobil faciasının detaylarını okuduktan sonra, geleceğin yetişkinleri olacak olan çocuklarınıza Nükleer Enerji Santralleri’nin birer ölüm makinası olduğunu anlatınız. Kısa sürede ve daha ucuza enerji üretmelerinin kısa vadede avantaj olarak sayılmasının, herhangi bir kaza anında, insan hayatına ( nesiller boyu) ve çevreye yapacağı ölümcül etkileri olacağını ve bunun göze alınmaması gereken bir risk olduğunu bilmeleri gerekmekte.

Veritas

 

 

 

 

 

Kuru Kalabalık

Gülünesi Aşklar kitabında Milan Kundera şöyle der ;

“Kendine tek bir soru sor: İnsan gerçeği ne diye söylemeli? Bizi böyle yapmaya zorlayan ne? İçtenliği niçin bir erdem olarak görmemiz gerekiyor?”

Gerçekleri duymak çoğu zaman bizi rahatsız eder. Hep hazırlıksız yakalanırız.

Bir çoğumuz iç hesaplaşmalar sırasında yüzleşirken gerçeklerimizle, bazılarımız da beyaz yalanlara sarılmayı tercih eder.

Oysa bize dayatılan hep dürüst olmamızdır.

Atasözlerine bakalım.

“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.”

“Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.”

“Dost acı söyler.”

Dost acı söylediğinden değil midir ki yüreğimiz kavrulur gerçeklerin gölgesinde?

Bu yüzden değil midir ki, kendi kozamıza sarınıp durmalarımız.

Kundera içtenliğin ve açıklığın erdem olup olmadığını sorgularken, ben başka bir sorgulamadayım.

How Embracing the Unknown Changed My Life for the Better

Birini incitmemek, üzmemek adına ya da çoğu zaman birileri tarafından ayıplanmamak için; kuru kalabalıklarda yaş olup yanmamak için söylediğimiz beyaz yalanlar.

“Ben de tam seni arayacaktım.”

“Aslında haklısın.”

“Bence kilo sana yakışıyor.”

“Amaann boşver o kaybetti.”

“Senden iyi eleman mı bulurlar?”

Erdem midir sevmediğimiz birine, beyaz yalan söyleyerek ona “Seni seviyorum” diyebilmek ?

Dudağına yerleştireceğiniz bir buselik tebessüm için onu kendi hayatınızda müebbete mahkum etmek.

Neden olmasın?

Siz gardiyan o mahkum rolüne soyunmuşken bir an durup bakalım.

Kimdir aslında o tebessüme mahkum olan?

Kimdir söylediği beyaz yalanların kalın duvarları arasında kendini güvenceye alan ?

Dokuz köyden kovulmayı göze alabilen cesur mudur?

Dosta acı sözler sarf ederken, onun yürek kırıklarını toplamasını izleyen gaddar mıdır ?

Yalancının mumu söner ya da sönmez, sönene kadar geçen zamanı kazanan becerikli midir?

Eğer dürüstlüğün, içtenliğin ve açık olabilmenin erdem olup olmadığını sorgulamamız gerekiyorsa, o zaman bir soru da benden Kundera’ya.

Sen ki gözyaşlarının en iyi leke çıkarıcı olduğunu söyleyen Kundera; içten içe bilmez misin gerçeğin yolumuzu aydınlatıp, bizi karanlıktan çıkarıp alacağını?

Bilirsin, bilirsin de işine gelmez.

Veritas

Leopariye

Münih Havaalanı’nda pasaport kuyruğunda bekliyoruz.

Önümüzde leopar desenli etek, üzerine siyah deri bluz giymiş  bir kadın duruyor.

Çevremdeki hemcinslerimi ne giymiş, ne takmış takıştırmış merakı ile inceleyen biri olduğumu sanmayın. Hiç alakam yok. Yine de leopar desenli giysileri tercih eden bir kadını her gördüğümde, içimdeki muammanın girdabına bir kez daha kapılıyorum.

“Zevkler ve renkler tartışılmaz”, züğürt tesellisine inanan biri değilim, kusura bakmayın.  Çıkış noktam ise Nietzsche ““Ve siz bana, ey dostlar, ‘renkler ve zevkler tartışılmaz,’ diyorsunuz ama her hayat renkler ve zevkler uğruna bir kavgadır!”

Buna rağmen kişisel hak ve özgürlüklerin beraberinde getireceği her türlü tercihe saygım var.

Hikayemize geri dönelim. Kuyrukta öylece kadına gözlerimi dikmiş beklerken, kendi gardrobumda neden leopar desenli herhangi bir giysim olup olmadığını sorguladım. En basit cevap, beni cezbetmediği oldu. Ardından cezbetme kelimesine takılı kaldım.

Sanılan ya da kabul edilen şekli ile gerçekten leopar desen erkekleri cezbediyor muydu?

Bir erkek, leopar desenlerine bürünmüş bir kadını, görselliğin yarattığı algı ile, onu diğer hemcinslerine nazaran, daha seksi, daha sıradışı, daha vahşi mi buluyordu? Seçimlerine yönelirken bir kadına “Leopar desenli bluzun var mı? Ha yok mu, o zaman bu iş başlamadan biter.” şeklinde ön test yapan adamlar var mıdır? Sanmam.

Ya da ilişkinin başlarında bir akşam yemeği esnasında, leopar desenli bir elbise giyen kadına, erkek bulunduğu zaman ve mekanın dışına taşıp “Aman Tanrım, leopar desenli elbise, evlen benimle !” diye kendini kaybeder mi? Sanmam.

Sandıklarımla, sanmadıklarımın gerçek cevaba ulaşmakta bana yardımcı olmadığının farkındayım. O yüzden yazının başında muamma dedim konudan bahsederken.

Desene hayran olunduğu için giyildiğini farz edersek, evinin duvarlarını leopar desenli duvar kağıdı ile kaplayan, halı ve perdelerini aynı desenden seçen kaç kadın vardır?

Tüm olay sadece deseni sevmekten ibaretse, onu,  hayatına sadece birkaç giysi ile değil, gözle görüp mutluluk duyacağın heryere serpiştirmeni beklerim. Tamam itiraf ediyorum birkaç evde, köşe yastıkları gördüm.

Kendi mantık çerçeveme oturtabildiğim bir cevaba ulaşamıyorum anlayacağınız.  Bu çok mu önemli?

Yok beeee.

Yine de bu sorunun cevabını “zevk işte” diye geçiştirmek de, desene yüklenen haksız sorumluluktan ötürü yavan kalıyor.

İnsanların ne giydiğinin, ne taktığının önemi var mı? Hayır.

Beni düşündüren, bir kumaş parçasına yüklenen ya da yüklenildiği farz edilen yukarıda saydığım sıfatlar. Bir kumaş parçası ile yaratılan stereotipler.

Asıl soru şu.

Kadınların saçının uzun, aklının kısa olduğunu savunmaya devam eden, sarışınlığın aptallıkla paralellik gösterdiğini kabul edenlerin, eldeki hamur ile erkeğin işine karışılmayacağını savunanların az olmadığı bir kültürde, bu leoparlı vamp stereotiplerin yaratılmasında kimler rol oynamıştır?

Ya da bu kadınlar arasında, sırf giydikleri, taktıkları takıştırdıkları yüzünden kabul edilen stereotiplerin yaşamasını sürdürmeleri için buna katkı koyanlar kimler?

Erkekler mi?

Yoksa

Kadınlar mı?

Kırmızı Karavan

Küçükken hayali bir karavanım vardı.

Onu ya görmek istediğim ülkelere gitmek için, ya da kızılderililerden kaçmak için kullanırdım.

Son derece konforluydu.

Tıpkı küçük bir ev gibi.

Yola çıkmadan önce yolculuk için uzun bir hazırlık yapardım. Küçük plastik bir yemek masası ( ne de olsa yemek yemek için mola verecektim) , plastik çay takımım, kızılderilerden ya da yabani hayvanlardan korunmak için plastik tabancam, annemin tüm söylenmelerine rağmen bulabildiğim her çeşit örtü ve battaniye.

Örtü ve battaniyeler, kimi zaman çadır görevi görür, kimi zaman ise hava şartlarından dolayı karavanda mahsur kaldığım gecelerde beni ve yolcularımı ısıtma görevini üstlenirlerdi.

Mutlaka bir fener olurdu yanımızda. Gece kaybolmamız halinde, yolumuzu aydınlatacaktı. Karavanımla gittiğim ülkelerde yeni insanlar tanırdım. Onlardan yeni şeyler öğrenir, ben de onlara okula öğrendiğim şarkılarla, bir kaç İngilizce kelimeyi gevelerdim.

Sonra büyüdüm. Karavanımın yerini aile arabamız aldı. Korunma ihtiyacı duyacağım diyarlardan hep uzak durdum. Çay takımımı, piknik seti ile değiştirdim. Yolcularım ailem ve en iyi dostlarım oldu. Sonra hayalini kurduğum diyarlara gitmeye başladık bir bir. Çocukken ismi olmayıp, büyüdüğümde varolduklarını öğrendiğim ülkelere.

Hayallerim bir bir gerçeğe dönüşmeye başladı. Uzun seyahatlerin birinde Alman bir çifte İngilizce yerine, bir kaç kelime Türkçe öğrettim. Onlar da bana Almanca. Bir başka seyahatte, İspanyol bir aşçıdan Paella’nın nasıl pişirileceğini. Bilmediğim tatlardan zevk almayı öğrendim.

Gezdikçe, gördükçe, yaşadığım yerin sınırları dahilinde değil, kendimin dünyaya ait olduğumu kavradım. Bavulumda biriktirdiğim onca hatıra benimle her yere geldi. Kendi beynimde sınırsız yaşadım.

Özgürleştim.

Yaşanmışlıklarımızın ortak paydalarda kesiştiği diğer insanlarla paylaşırken çoğaldım. Birbirimizden farklı olmanın bizi ne kadar zengin kıldığını öğrendim.

Kimseyi ötekileştirmedim, bilakis herkesi gökkuşağımın renklerine kattım. Ve şimdi geriye dönüp baktığımda, hayalperest olmanın ne kadar harika olduğunu bir kez daha anlıyorum.

İmkansızlıklar ülkesinin kapılarının zorlanarak da olsa açılabileceğini, aslında hepimizin derinliklerinde bir yerlerde, o kapıyı açacak cesaretin olduğunu biliyorum.

Taş ve ben

Erik ve tuz,

Yağmur sonrası toprak kokusu,

Toz şekerli ekmek,

Bir kitabın sayfaları,

Balkona tüneyen kuşlar,

Sabahın körü, gecedeki yalnızlık,

Mutluluğun resmi bir yerlerde yapıldı mı bilmiyorum ama, dünya üzerinde yaşayan her bir kişinin kendine ait yukarıdakine benzer, kendisine mutluluk veren şeylerin bir listesi olduğuna eminim. Kişisel hedeflerimizi tamamlamak için sürdürdüğümüz hayat yolculuğunda, bir an durup nefeslendiğimizde, aslında mutluluğumuzun başardıklarımızdan çok, farkındalıklarımız ile doğru orantılı olduğuna inanıyorum. Kendimizi bildiğimiz yaşlardan itibaren, öncelikle bizim geleceğimizi güvence altına almaya çalışan ailemiz tarafından, kendilerince en doğru şekilde yönlendirilmeye başlıyoruz. Okul hayatına adım attığımız andan itibaren ise, bizleri iyi veya kötü, doğru veya yanlış yönlendiren, etkileyen insanlar hayatımıza girmeye başlıyor.

Hayatımıza giren her bir insanın kişisel gelişimimizde eksik bir parçayı tamamlamak üzere bizimle biraraya geldiğine inanlardanım ben. Çoğu zaman onlar bunun bilincinde olmasalar da. Bu yüzdendir ki, yaşayacaklarımızdan çok, içinde bulunduğumuz anda yaşadıklarımızı daha çok analiz etmemiz, bir değerlendirmeden geçirmemiz gerekmekte. Neden mi?

Geçmişimizin bizi, şu anda bulunduğumuz ana getirdiğini kabul edersek, geçmişin görevi tamamlanmış demektir. Şimdiye ulaşabildiğimize göre, kendi içimize dönerek kendimizi daha çok anlayabilmek, hayat ile ilgili farkındalıklarımızı arttırabilmek bizleri geleceğe zaten hazırlamış olacaktır. Bunu yapmanın, insanoğlunun doğası gereği sahip olduğu zayıflıklardan ötürü zor olduğunu da unutmamak gerek.

Gelecek endişesi taşımalı mıyız? Bizi hazırlıklı yapar mı? Keşkelerimizi, acabalarımızı arttırırsak, gelecek karşısında daha mı güçlü oluruz? Gerçekten güçlü olmak zorunda mıyız?

Herbirimizin cevabı farklı olacaktır.

Nietzsche’nin sevdiğim bir sözü var. “Derisini değiştirmeyen yılanlar ölmeye mahkumdur. Bu durum düşüncelerini değiştirmeyen zihinler için de geçerlidir.”

Özetle, anda yaşayarak, kendimizi yeniliğe açık tuttuğumuz oranda mutlu oluyoruz. Düşünce yapınızı, olaylara yaklaşımınızı değiştirerek, farklı bir pencere, farklı bir kapı aralığından dış dünya ile buluşmayı başaranların, olaylar karşısında daha çabuk ve etkili çözümlere ulaştığına şahit oldum. Kolay mı? Hayır.

Burada en önemli başarının, çözümün kendisinden çok; o pencereyi, o kapı aralığını bulabilmekte olduğuna inanıyorum,çünkü alışkanlıklardan vazgeçmek çok zor.

Bestesi Teoman Alpay’a, sözleri Hikmet Münir Ebcioğlu’na ait “Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar” isimli parçada, içinde barındırdığı her bir güzelliği bir kenara bırakırsak; beni en çok etkileyen şu cümledir.

“Taşa geçer, kendime geçmez sözüm.”

İşte, kendimize söz geçirebildiğimiz oranda, yazıya başlarken okuduğunuz bireysel mutluluk liseteniz, uzasa da, içeriği sadeleşecektir. Kendinizdeki güzellikleri, yaşamın bize sundukları ile biraraya getirecek ve böylece “ufak şeyler” den mutlu olabilenlerin arasına katılabileceksiniz. Bu da sizi, hayatla dalaşmaktan, mücadele ile yorulmaktan koruyacaktır.

download

Tüm bu yazdıklarımı nereden mi biliyorum?

Tecrübe ile sabittir.

Veritas

Acaba

Çok sihirli kelimedir.

“Acaba?”

Sonu her daim soru işareti ile biten.

Çok da tehlikelidir.

İlişkinizin en olmadık yerde acaba demeye başlarsınız, ilişkinin içine eder.

Arkasından binlerce soru işaretine kapı açar, paranoyak olursunuz.

Çok da yararlı bir kelimedir.

Yüreğinize bir an için şüphe tohumları serper gibi olsa da, yardım eder çoğu zaman kendinizi sağlama almaya.

Çok da bilgilidir.

“Acaba” ile “Nasıl” kelimelerini getirince koyun koyuna, bilginin dünyasına atıverirsiniz adımlarınızı ardı ardına.

Acaba?

Düşündürür durur “Kelimenin kökü Arapça mı Farsça mı yoksa?”

Belki de Osmanlıca.

Beyninizin gri hücrelerini zorlar durur.

Ne demiş şiirinde Yılmaz Erdoğan ;

 

ACABA?

aşkları da devralır mı kalp nakli yaptıranlar?

 

Pimi çekilmiş bombaya benzer zaman zaman.

Zaman ve mekan ayarlamasını yapamazsanız yandınız.

Karar veremediğimiz anlarda, anahtar kelimedir “acaba”.

Seçeneklerinizin birden fazla olmasından dolayı pişman eder sizi böyle anlarda.

Google da arasanız; 2004 Mayıs ayında NASA’nın astronot eğitimine kabul edilmiş olan ilk Porto Riko’lu adam çıkar karşınıza.

Joseph Michael Acaba.

Dedik ya tuhaf kelimedir “acaba ”

Ne dersiniz?

Yoksa hiç kullanmamak mı gerekir acaba ?

Veritas

 

 

 

 

 

Ah ben ne yaptım …

Çok doğru kelimeler seçmeye çalışarak bu yazıyı yazarken ne kadar zorlandığımı bilmenizi istiyorum.

Dün Merhaba Güzel Vatanım isimli filmi izledim.

5

Nazım üzerine yazılmış biyografik bir çalışma mı, yoksa Ahmet Ümit’in hayatı üzerine yazılmış otobiyografik bir senaryo mu olduğunu anlamakta zaten yeteri kadar karmaşa var. Oyunculuklara baktığınızda bir ilkokul piyesini izlermiş hissine kapılıyorsunuz. Teknik olarak bilgisayar yardımı ile yaratılmış olan arka planlar oldukça amatörce. Filmin başından sonuna, Ahmet Ümit ve Nazım Hikmet’in gözümüze sokularak ortaya konulan hayatlarının benzeşmelerini! ( bu en kibar sıfat olsa gerek) rahatsızlıkla izledim.

Ahmet Ümit gibi bir yazarın, filmi başından sonuna “Nazım Hikmet bunu yaptı, bakınız ben de yaptım.”, şeklinde yarattığı parallellikleri filmin başından sonuna kadar, “Yok canım, Ahmet Ümit kendini Nazım ile özdeşleştirmiş olamaz, olsa olsa ifadelerde yanlışlık vardır.” şeklinde yorumlamaya çalışsam da, bir yazarın böyle bir hata yapma lüksü olmayacağına karar kıldım sonunda.

Nazım Hikmet’e benzerliği ile, sinemada kadrolu Nazım Hikmet olarak bildiğimiz Yekta Dikinciler’in oyunculuğu, ekran önünde ezberini seyirciye yansıtan birinden öteye geçememiş maalesef. Yarattığı hissiyat ise, “Beyazperdede zaten Nazım benim !” rahatlığının rolünde yüzeyselliğe sebep olması.

Ülkenin içinden geçtiği tarihi olayların cesaretle dile getirilmesi çok hoş olsa da, bunun sadece Ahmet Ümit ekseni ağırlığında yansıtılması, Nazım Hikmet’i figüran olarak bırakmış. Öte yandan tarihsel açıdan, Nazım’dan, Ahmet Ümit’in gençlik yıllarına uzanan zaman diliminde memlekette yaşananlar açısından hiçbir şey değişmemiş hissini yarattığı da bir gerçek.

Hele Nazım Hikmet’in sesinden “Ahmet de benim gibi Moskova’ya gitti.”, cümlesini duyduğumda “İmdat yangın var!” diye bağıracaktım az kalsın.

Nazım Hikmet’in yaşadığı aşkları, Nazım’ı bir kazanova olarak yansıtılmış olması da ayrıca avam geldi bana.

Filmin genelinde bir derinlik yok zaten.

Ahmet Ümit ve Nazım Hikmet’in hayatlarında kesişmeler olduğunu ekrana yansıtabilmek için kullanılmış olan ifadeler filmin tamamını oluşturuyor neredeyse. Bu da ne yazık ki rahatsızlık yaratıyor. Oysa Ahmet Ümit, kendi gençliği ve devrimci ruhunu yansıtabilmek için otobiyografik bir filme imza atmış olsaydı, inanın bana bence çok daha iyi bir yapım ortaya çıkardı.

En azından filmin sonundaki Ahmet Ümit’in imza günü sahnesi de daha anlam kazanmış olurdu.

Şimdinin gücü

Son birkaç aydır, hem üzerinde yaşadığımız gezegenin; hem de biz onu mahvedenlerin tek çabası hayatta kalabilmek. Corona-19’un hayatımıza girmesiyle, kendimizi bir bilim kurgu filminin içinde bulduk. Salgın ve afet filmlerine çocukluğumdan beri bayılan ben, kendimi bunların bir tanesini yaşarken bulacağımı hiç tahmin etmezdim doğrusu.

Yaşantımızın her dilimi değişti. Çocukların okula gidememeleri artık normal. Sokağa çıkma yasağını faşizan bir yumruk olarak nitelendirdiğimiz günler gerilerde kaldı. Tiyatrolar oyunlarını artık dijital ortama taşımış durumdalar.  Sergiler, müzeler aynı şekilde. Dijitalleşmenin, sosyal medyanın insanoğlu için zararlı mı yararlı mı olduğunu tartıştığımız günler bitti bile. Şimdi artık, “Ya dijitalleşme olmasaydı” diye şükreder olduk. Birbirimize sarılmanın, yakınlaşmanın, sevişmenin, öpüşmenin bu kadar cıs olduğu bir dönem hiç olmamıştı.

Kamusal alanların tuvaletlerinde, “Lütfen sifonu çekiniz!, ya da “Tuvalete herhangi bir şey atmayınız!” uyarılarına dahi alışamamış olan insanoğlu, el yıkamayı baştan öğrenmeye çalışıyor. Oysa ikibinlerde uçan arabalara binecektik biz. (Bu hayali kurulmuş araçlara da neden “araba” dendiği ayrı bir muammadır benim için baştan beri)

Dünya genelinde her türlü kaynağı dinlemeye çalışırken, ulaştığımız genel sonuçların neredeyse tamamı bizi komplo teorilerine ulaştırıyor. Neden mi? E yapacak daha heyecanlı, daha zevkli bir şeyimiz kalmadı da ondan. Geçenlerde Bill Gates ile yapılan bir röportajı dinledim. Bill Gates, Corona-19 aşısının bulunabilmesi için en az (ben bunu Mayıs 2020’de yazıyorum) 18 aylık bir sürenin geçmesi gerektiğini söylüyor. Bunun üzerine testin işe yarayıp yaramadığını, işleyiş sürecini, devletlerin aşıya karşı nasıl bir politika izleyeceğini de eklersek, Corona’lı günlerimizin en az üç sene daha devam edeceği ortada.

Üç sene.

Dile kolay.

Seyahat edemedikleri için yakınanlar yerlerini , kuaföre gidemeyenlere bıraktılar. Yeni dünya düzeni için çoktan düğmeye basıldığını söyleyenler az sayıda değil. Kapitalist düzenin sonunun geldiğini, Corona’dan sonra yeni bir dünya düzeninin kurulacağına inananların sayısı gittikçe artmakta.

Özetleyecek olursak; tüm dünya ülkelerinin, yedi milyara yakın insanın herbirinin aslında tek bir sorunu var artık.

Öngörüsüz olmamız.

Gözlerimize perde çekilmiş gibi.

Tünele girdik ve karanlık. Bırakın tünelin ucundaki ışığı görebilmeyi, içinde bulunduğumuz tünelin duvarlarını dahi göremez durumdayız.

Ve işte asıl korkutucu olan bu bence.

Yarını bilememek.

Tahminde dahi bulunamamak.

Bunu global anlamda değerlendirmek istemeseniz de, kendi hayatlarınıza dönüp baktığınızda bana hak vereceksiniz.

Yarın olmadan yaşamak bu olsa gerek.

Şimdinin gücü, yedi milyar insanın tamamına tek dersle öğretiliyor.

Dersten geçenler yeni düzenin sahipleri olacaklar.

5

Rahat rahat gezin

Madrid’de caddeler arasında, amaçsız, avare avare dolaşırken; yüzlerce insanla karşılaştık doğal olarak.  Şehir yaşamını sevenleri kısmen de olsa anlamış oldum. Şehrin sunduğu tüm cazibenin yanı sıra, şehir yaşantısının en sevilir yanı sanırım, bir kişiye bir kez daha rastlayamayacak olmanın verdiği o garip özgürlük hissi. Küçük yerlerde bu imkansız. Bu da insanlar üzerinde garip bir baskı oluşturuyor. Her köşebaşından bir tanıdık çıkacak endişesi ile, küçük yerlerde insanlar biraz daha az kendileri gibi davranıyorlar sanırım.

Konumuz bu değil tabii.

Bugünkü konumuz, Madrid sokaklarında dolaşırken, hafızama kazınmış olan insanlar. Flamenko gecesinden çıkıp, otele doğru geç vakit yürürken sokakların hala gündüz kadar kalabalık, (hatta belki de daha fazla) ; olduğunu görmek insana garip bir yaşam enerjisi veriyor. İşte bu anlardan birkaçı.

Kendi rutininizde saat 23:00’de tiyatro veya sinemaya gidecek olan çok az kişi olduğundan, bu saatte;  tiyatroya girmek için kuyrukta bekleyenleri görmek bende hayranlık uyandırdı.

IMG_1735

Bir başka gece. yemek sonrası kahvelerimizi Gran Via’daki Cafe de la Luz’ da aldık. Dekorasyon o kadar iç açıcı ki. Minicik bir yer. Evinizin salonunda kahve içer gibi hissediyorsunuz kendinizi. Dönüşte keşfetmek ve aman görmediğimiz bir şey kalmasın açlığı ile ara caddelerde yürümeye başladık. Hava yağmurlu. Dar kaldırımlarda aheste aheste yürürken, arkamızdan gelen ve bizi geçmek isteyen insanlar, yola inip bizi geçmek yerine “Pardone” dedikten sonra, bizim yol vermemizle bizi geçip ilerliyorlardı. Kaç tanesi arkamızdan küfretti bilmiyorum ama, sergiledikleri tavır kibardı. Zaten İspanyol’lar, Akdeniz’li olmaya inat son derece sakin ve rahat insanlar. Yüksek sesle konuşmayı sevmelerine rağmen, kaldığımız süre içerisinde ne tartışan, ne kavga eden, ne de yollarda sarhoş gezen birine rastlamadık. Güvenlik korkunuz olmasın. Rahat rahat gezin.

cafe

Aynı gece San Gines Kilisesi’nin önünden geçerken, siyah cübbesi ile kaldırıma oturmuş bir peder gördük. Yanında yirmili yaşlarına girmiş üç tane delikanlı vardı. Papaz sakin bir ses tonu ile gençlere birşeyler anlatıyor, gençler başları önde pederi dinliyorlardı. Ne konuştuklarını bilmiyorum, fakat o kadar güzel bir sahne olmasına rağmen; onlara saygısızlık etmemek için anın fotoğrafını çekmeyi tercih etmedim.

sangines

Bir öğleden sonra, Madrid Kraliyet Sarayı’na gitmek üzere yola çıkmıştık. Yakmayan kış güneşini çok seviyorum. Şımartan cinsten. Sarayın önüne vardığımızda, ana sınıf ya da ilkokul öğrencilerinin sarayı ziyaret etmek için öğretmenleri nezaretinde sıraya girmek için hazırlandıklarını gördük. Neşe içinde şakıyorlardı. Bücürler içeride olduğundan, ziyaretçi kuyruğu oldukça uzamıştı. Bu yüzden saray ziyaretimizi bir sonraki sefere bıraktık. Heykellerle dolu, yemyeşil bahçesinde gezmeyi tercih ettik.

Not : Sizlerden birkaç tane mail aldım. Fotoğrafları beğendiğinizi ve daha çok fotoğraf sergilememi istemişsiniz. Teşekkür ederim.  Fotoğrafların tamamı için sayfanın sağ tarafında bulunan İnstagram takip bölümüne giderseniz fotoları görebilirsiniz.

 

 

 

Kalleş zaman

İki yüzlüdür zaman, kendine benzetir bizi.

Bayılır hayatlarımıza darbe vurmaya. Yönümüzü kaybetmemize sebep olur. Öyle yavaşlar ki bazı anlarda, nereye savrulmamız gerektiğini kestiremeyiz.

Hayatın koşturmacası, kavgası, karmaşası içinde öyle bir yavaşlatır ki bizi, sosyal gelişimimiz durma raddesine gelir.

Bir dostu, bir sevgiliyi, bir tanıdığı uğurladığınızda ölüm denen yolculuğa, kalleştir o anlarda.

Acınızı bir yumruk gibi bastırırken yüreğinize, yavaş çekimde dolanır durur etrafınızda.

Kalleş zaman.

19.jpg

Sorgularsınız, şaşırırsınız, zaten yoksullaşmışsınızdır.

Şaşkın ifadeler dolanır diliinize “Bir saniye önce buradaydı.” diye.

Dedik ya kalleştir zaman. Oynar durur algınızla.

Fizik sayfalarındaki gibi, keskin hatlar biçemezsiniz ona, duygularınızla çarpıştığında.

Siz ağır çekimde yaşarken acınızı, hayat normal hızında akar gider yanı başınızda.

Yine tek suçlu zaman.

İnatla iyileşmekten kaçarsınız, zorla iyileştirir sizi. Ümit kapılarınızı sımsıkı kapattığınız anlarda fısıldar durur kulağınıza “Bırak bana… bırak bana.”

Bir saniyede aşık oluruz, bir saniyede ayrılırız, bir saniyede ölürüz.

Oynar durur bizimle hayat boyunca.

Matematiksel ölçümleri pelesenk dilimizde.

“Bir dakika, bir saat, bir yıl, v.s”

Aslında, bir ömür geçer, siz gelemezsiniz saymaların sonuna.

Dedik ya kalleştir zaman.

Bu yüzdendir ki, mecbur kalırız onunla barışık olmaya.

Biliriz çünkü, kazanan o olacaktır sonunda.

 

Veritas

 

 

Ole 2.bölüm

Merdivenlerden aşağıya indikten sonra, takım elbiseli altmış yaşlarında bir şef garsonun yanında duruyoruz. Son derece kibar. İsmimizi kayıt defterinden bir kez saha kontrol ettikten sonra, ceketinin önünü ilikleyip, hafifçe reverans yaptıktan sonra, bize sağ eli ile ilerleyeceğimiz yönü gösteriyor.

Küçük salon loş. Ayakta kimse yok. Hala dolmayı bekleyen masalar var. İnsanların fısıldayarak konuşmalarından anladığım kadarı ile, gösteriyi izlemeye sadece turistler gelmemiş, yerliler de var. Ortalarda koşturan garsonlar yok. Mekanın verdiği dinginlikle biz de, bizim için ayrılan sahne kenarındaki masamıza yerleşiyoruz. Sahneye bu kadar yakın olmak beni çok sevindirdi. Sanırım beş dakika kadar içerideki Endülüs renk ve çizgilerini taşıyan mekanı izlemekten hiç konuşmadık. Büyülü bir atmosfer.

28928662_1727127247350533_1224360285_o.jpg

Çok geçmeden yanımıza sessizce yaklaşan garson, bize menüleri uzattı. Kısa bir süre sonra da siparişimizi almak üzere yanımıza yeniden geldi. Gösteriyi arzu ederseniz, menüdeki tapas seçeneğini ya da seçmeniz için sunulmuş, üç farklı seçenekten oluşan menüden birini seçerek izleyebilirsiniz. Tapas’lı menü biraz daha ucuz. Yemekli, iki saat gösterinin fiyatı ise kişi başı 80 Euro.

28939306_1727127230683868_767459101_o

Masalar yavaş yavaş dolmaya başladığında, sahneye siyah gömlekli iri yapılı bir adam çıktı. Kel ve bıyıklı. Sandalyelerden birine oturdu. Onun sahneye girişi ile, ışıklar söndürüldü e biz nefesimizi tutarak beklemeye başladık. Salonda çıt çıkmıyordu. Ne konuşma, ne ayak sesi, ne çatal bıçak sesi. Gösterinin ilk onbeş dakikalık bölümünü izlerken o kadar kendimizden geçtik ki, yemeklerimizin servis edildiğini fark edemedik bile. Verilen kısa arada yemeğe başladığımızda, soğumuş olduklarını fark edince, çoktan servis edildiğini anladık.

Sahneye ilk çıkan adam, ispanyolca bir anons yaptıktan sonra; gösterinin klasik gitar sanatçısı, bizleri selamladıktan ve sandalyelerden birine oturdu. Salondaki alkış ve ıslıklardan anladığım kadarı ile, seyirciler arasında gösterinin müdavimleri de var.  Gitardan yavaş ve ritmik notalar duyulmaya başlandığında, siyah gömlekli adam şarkısını söylemeye başlıyor. Yanık bir sesi var. Telaşsız. Kendini ispat etmek, göstermek çabasında değil. Sanki arkadaşları ile eğlendiği bir gecede şarkı söyler gibi.

28939306_1727127230683868_767459101_o

Şarkı bitmeden sahneye gelen uzun boylu, kömür karası saçlı, zayıf kadın yavaş hareketlerle dans etmeye başlıyor. Yüzünde acı var. Yaşı genç değil. Yavaş yavaş hızlanmaya başlıyor. Bir ara nefes alabilmek için derin iç geçirdiğimi fark ettim. Enerjisi, zarif hareketleri, şarkının sözlerini anlamasak da, sözlerdeki acının yüzüne yansıması. Öyle kendinden geçmiş bir hali var ki.

Gösterisi bittiğinde dakikalarca alkışlandı. Ekip üç bayan, bir erkek dansçıdan oluşuyor. Her biri solo yaptıkları gibi, çift olarak ya da grup olarak da dans ettiler. Hepsi birbirinden başarılı. İşlerini aşkla yaptıkları her hallerinden belli.

Sonradan baş dansçı olduğunu anladığımız, sahneye ilk çıkan hanımefendiye dışarıda teşekkür etme şansım oldu. Son derece güleryüzlü ve mütevazi. “Yine gelin.” dedi gülerek. Ne kadar uzaklardan geldiğimizi söylediğimizde oldukça etkilendi. “O zaman biz size teşekkür ederiz,” dedi. “Bu kadar uzaklardan bizi izlemeye gelmişsiniz.”

Hayat boyu yaşayacağınız ender tecrübelerinden biri olacağının garantisini vererek, Madrid’e yolunuz düşerse, “Flamenko’nun Katedreali” ‘nde eşsiz bir gece geçirmenizi mutlaka tavsiye ederim.

Gösteriden çıkıp, gecenin karanlığında Madrid’in soğuk ve yağmurlu havası ile yüzleştiğimizde hiç etkilenmediğimizi söylemeliyim. Adete kanımız kaynıyordu. Bay David ile bir puba girerek birkaç bira yuvarladık. Geç saatlere kadar tek konuştuğumuz, iki saatlik bu mükemmel deneyimin ne kadar harika olduğu idi.

 

 

Rahat Batar

star

Gezdik, tozduk, yedik, içtik, geldik.

Merhaba dedik.

Hoşçakal dedik.

Yağmurda ıslandık, güneşlendik.

Çok güldük, ağlamadık.

Kısacası tatilimiz güzel geçti.

Yaşın verdiği olgunlukla, yeni pencereler açıldı kafamda bu uzun tatilde.

Ikınmadan, sıkılmadan.

Kafamda kararlar vererek, listeler yaparak, kendime tutamayacagim sözler vererek değil.

En doğalından.

En ferahından.

Aydınlanma yaşadım.

Bazı konularda mum ışığı kadar, bazilarinda gün ışığı kadar.

Karar verdim ki, tedbil- i mekanda ferahlık vardır lafi bosa söylenmemiş.

Ben erdim, oldum, anladım, becerdim, iste bu kadar demiyorum.

Ama insanlik için küçük, benim için büyük adımlar diyorum.

Kafamı bir yerlere çarpmadım.

Bir sabah uyandım, değişim kafamın içindeydi.

Geceden koymuş birileri.

Memnuniyetle aldım kabullendim.

Zamanı var mi, yeri var mı yaşanması gerekenlerin bilmem.

Ama şunu biliyorum.

Değişim kapınızı çaldığında sakın kapıları kapatıp, saklanmayın.

Bırakın içeri girsin.

Bırakın içinize girsin.

Adını sonradan ister ferahlama, ister aydınlanma, ya da aklınıza gelecek en uyumlu kelime ne ise o koyun.

Onun, bunun, şunun ve de benim reçetelerimle değil, o an kendi el yazmalarınızla yürüyün.

Korkmayın, kabullenin.

Değişim iyidir.

Kabullenin yoksa benden soylemesi,

RAHAT BATAR.

Veritas

Ole !

İspanya dediğiniz zaman akla iki şey gelir. Boğa güreşi ve Flamenko. Akdenizli olmanın, kanımızı kaynatmasından olsa gerek; İspanyollar festivallere bayılıyorlar. Son yıllarda ekranlara yansıyan, kimi zaman eleştri yağmuruna tutulmuş, kimi zaman ise gülünüp geçilmiş olan Domates Festivali de İspanyollara ait. Bulunduğumuz zaman dilimi içerisinde herhangi bir festivale denk gelmemiş olsak da, otelin terasında, resepsiyonist Juan ve garson Maria ile laflarken, yaklaşmakta olan festivallerle ilgili biraz bilgi sahibi olduk.

Flamenko her ne kadar dünyaca ünlü latin dansı olarak bilinse de, aslında flamenko çalınan müziğin adı. Daha sonra bu müzik eşliğinde yapılan dans da, müzik ile aynı ismi almış zaman içerisinde.

Flamenko, her ne kadar  İspanya’da ünlenmiş olsa da, aslında Endülüs Halk müziğidir.  Ayrıca Japonya’da, İspanya’ya kıyasla daha fazla flamenko öğreten okul olduğunu duymak da sizi şaşırtmasın.

İspanya’ya gelmeden uzun zaman önce Bay David ile bir Flamenko gösterisi izlemek istiyorduk. Tabii ki yerinde izlemek. Bu yüzden, cumartesi sabahı kahvaltıdan sonra, resepsiyonda duran broşürleri incelemeye koyulduk. Broşürler arasında, kuruluş tarihi en eski olan Flamenko gösterisinde karar kıldıktan sonra, akşam sekizde başlayacak olan yemekli programı iple çekmeye başladık.

Vakit gelip, resturantın kapısına geldiğimizde, iki kanatlı küçük bir ahşap kapı karşıladı bizi. Arkasında büyülü bir dünya gizler gibi bir his veren bir kapı. Gerçekten de öyleymiş. Ardında renkli ve büyülü bir dünya barındırıyormuş.

Cadde ile aynı seviyede bulunan girişteki fuaye çok küçük. Lüks kelimesinin, L ‘si dahi uğramamış. Boş. İçeri girdiğinizde tam karşınızdaki yüksek tezgahın  arkasında oturan görevli büyük bir ciddiyetle ayağa kalkarak, yanımıza gelip bizimle tokalaştı. On dakika erken geldiğimizi, bu yüzden saat sekiz gibi yeniden gelmemizi rica etti. Hoop biz sepet havası ile caddeye geri çıktık.

Çocukluğumdan bu yana ilgi duyduğum latin müziğinin, dünyaca ünlü dansını izleme şansına, hem de en ünlü olduğu yerde izleyecek olmak benim için çok büyük bir heyecandı.

Gran Via’da caddeyi, bir baştan bir başa yürümeye başladık. Gün ışığında mimari birer şaheser olarak gözüken binalar, gecenin karanlığına inat sahip oldukları ışıklandırmalarla, daha da mükemmel gözüküyor. Cadde oldukça kalabalık. Yine de itiş kakış yok. Belediye, geçen senenin başında, yayalara daha fazla yer açabilmek amacı ile, Gran Via boyunca, caddenin her iki kenarındaki kaldırımları dörder metre, anayoldan alarak genişletmiş. Tabelayı okuduğum zaman ağzım açık bir şekilde öylece kaldım. Bay David ise bıyık altı gülümseyerek, Türkçe olarak “Avrupa canım bu,” deyince, başımı salladım. Adam haklı. Yayanın esamesinin okunmadığı bir kültürden geldiğinizde verdiğiniz tepki doğal olarak böyle oluyor. Öyle ki, trafikte seyir halinde iken, yaya geçidindeki yayaya yol verdim diye arkamdaki arabadaki öküzlerin, klaksiyon çaldığı olmuştur.

Vakit gelince resturanta geri döndük. İçeri girdiğimizde küçük fuaye şimdi daha kalabalıktı. Fuayenin ortasında, zemin kata inen geniş merdivenler olduğunu düşünürseniz, fuayenin ne kadar küçük olduğunu tahmin edersiniz. Yedi kişi, ne beklediğimizi bilmeden, sırf adam bize bekle dediği için, sessizce bekledik. Görevlinin ciddiyetini görmeniz gerek. Yaptığı işe saygı, adamın her hücresine adeta yayılmış vaziyette. Mimiklerinden, vücut diilinden bunu anlamak o kadar kolaydı ki. İlk başta bunu saygı ile karşılamışken, şaşkınlık da yaşamadım değil. İçimden diyorum ki, ne de olsa yer gösterici. Aslında o bile değil. Sadece iki program arasında gelenleri karşılayıp beklemelerini söyleyen, sonra gelenlerin geliş sırasına göre, zemin kattaki şef garsona , müşteriden ismini öğrendikten sonra, teatral ve yüksek bir sesle bildiren kişi.

İnanın bana, bu kadar yer gezdim, uzun yıllar profesyonel iş hayatım, akademik hayatım oldu, ben bu beyin işine duyduğu saygıyı ve o görevi sahipleşini kimsede görmedim. Ne yaparsan yap, aşkla yap! sloganının adeta vücut bulmuş hali.

Bu yaklaşımın Torres  Bermejas’ın neden 58 yaşında olduğunu ve  resturantın  neden “Flamenko’nun Katedrali” olarak anıldığını açıklıyor.

(Devam edeceğim)

 

 

Dünyaya Hükmeden Hükümdar

0000000435308-1

Kitaba ne not vereceğime karar veremedim. Sebeplerini açıklayayım.
Kitabın baskı kalitesi çok güzel. Fotoğraflar, minyatürler, renki sayfalar.
Dili son derece akıcı, herkese tarih sevdirecek türden. Çok rahat okunuyor.
Talha Hoca nın heyecanlı üslubu cümlelerine de yansımış. 🙂 ( Tv programlarını da izleyin tavsiye ederim)
Bazen fazlasıyla.
Tarihçi kimliği ile yazmış olduğu kitabında, duygusal yaklaşımlı cümleler okumak beni rahatsız etti. Bazı yerlerde tarafsızlığını kaybetmiş.
Oysa tarihin bilim olarak sayılmasının iki ana unsuru objektifliği ve yazılı kaynaklara dayalı olması gerektiğidir.
Yazılı kaynağa dayalı olmayan herhangi bir konuyu işleyecekseniz, bu ancak subjektif bir yorum getirecektir. Ya da “Hiç öyle şey olur mu? ” gibi yaklaşımlar tarihin bilim dalından çıkarak, rivayet veya efsanelere dayandırılmasına sebep olur.
Beş yüz yıl öncesinden günümüze ulaşan ve merak uyandıran bir konu hakkında, ispatı ancak gözlem ile mümkün olabilecek konularda, yazılacak cümleler ancak subjektif yorum olarak kalmaya mahkumdur.
Yazılmasın demiyorum. Tabii ki yazılsın. Ancak cümlelerdeki ifadede bunun dikkatli ve cesurca ortaya konması gerekir. “Ben böyle olduğunu düşünüyorum ya da düşünmüyorum. ” ya da “olasılık” duygusunun verilmesi, tarihçi kimliğinize zarar vermeyecektir.
Kitapta Fatih Sultan Mehmet’ in Avrupalılar tarafından zehirlendiği kesin bir dille belirtilmiş. Oysa Talha Hoca nın çekmiş olduğu “Tarih tıbbı konuşturdu” isimli belgeselde bunun aksini kendi ispatlamıştır (2015).
Bu ikilemin sebebi de kitabın ilk baskısının 2013 de yapılmış olması. Demek ki 2017 baskısı gözden gecırılmemıs. Editlenmemiş.
İşte bu olmaz. Neden mi? Geleceğe miras bırakılacak olan bir kitapta, daha fazla sorumluluk alınması gerekir. Cunku bu bir roman degıl. Hoca 2015 tarıhıne kadar Fatih’in zehirlendiğine inanıyor olabilir bunda bir gariplik yok. Ama eğer 2015 de bunun aksini ispat eden bir belgesele kendiniz imza atıyorsanız böyle bir ikilem hatanın çok ilerisinde.
Tüm bunlara rağmen Talha Hoca nın kitaplarını OBJEKTİF bir şekilde okumaya devam edeceğim.
Çünkü bu kadar zengin bir tarihe sahip bir milletin çocuklarının tarihlerini yazmaları ve kendilerinden sonraki nesillere aktarmaları gerekmekte ve bunlar oldukça benı coook mutlu etmekte.
Yine de son söz.

Hocam biraz daha objektif 🙂

Fıstık bekleyen maymun

Karakterim, seçimlerim, hatalarımın hepsi benim.

Gülerim, severim, sevişirim.

Ara sıra kafa çekerim.

Minimi de giyerim, kıçıma pantolonu da çekerim.

Vurmayı bırak,

El kaldırırsan agzını burnunu kırar, seni gömerim.

Kimsenin namusu, günah keçisi değilim.

Kimsenin hizmetçisi, emir eri değilim.

Lütfeder gibi, ukalalıka “Bugün de sizin gününüz “ diyerek çiçek vermeye cüret etme, hayvanat bahcesinde fıstık bekleyen maymun değilim.

Babamın zaptına, abimin gardiyanlığına, kocamın ağalığına ihtiyacım yok.

Varlığımın rüştünü ispat için senede bir güne ihtiyacım yok.

“Kadın dediğin” ile başlayan cümlelerin vız tırıs,

“Erkeğim ben” ile başlayan cümlelerin çok da fifi,

Ananın kadın olduğunu unutup,

Beni ötekileştirir,

Örseler,

İtelersen;

Senin gelmişini geçmişini bir kalemde siler, geleceğini yok ederim.

Seni sevdik diye, pranga mahkumun değilim.

Şunu anla, ben Hülya Avşar değilim.

Kısacası sen adam ol, bize zaten her gün kadınlar günü.

Veritas

Deliliğin sınırında bir dahi

İspanyol sanatı 1800’lerin sonunda; Gaudi, Picasso, Miro ve Salvador Dali gibi sanatçılar sayesinde modern sanat ile tanışmıştır. Bunların arasında benim favorim Dali.  Picasso’nun sanatı ile ilgili bir duyguya sahip olmasam da ünlü Guernica tablosunu, bu seyahatimizde ünlü Prado müzesinde görmek oldukça etkileyici idi. Bununla ilgili yazımı ileride okuyacaksınız.

Gaudi’nin ise, mimari dehasının sınırları adeta yok. Çizimlerinin pek azında düz çizgi kullanmış olan Gaudi, bunun sebebinin doğada çok az düz çizgi olması olarak açıklar. Barselona’daki Casa Mila isimli apartmanın mimarisi bu yazdıklarıma bir örnektir.

casa-mila-paseo-gracia

Evet. Salvador Dali. Kimilerine göre tatlı bir çılgın, kimilerine göre kelimenin tam anlamı ile deliliğin sınırlarında gezen bir dahi. Bana göre dahi. Zekasının parıltılarını, göz kamaştırıcı şekilde tuvale aktarmasının yanı sıra, karakteri ile de oldukça ilgi çeken bir adammış.

Açgözlü, Hitler saplantılı, biraz üçkağıtçı, biraz deli, biraz şımarık, biraz itici.

Tüm bu özelliklerini gelin sizlerle ayrıntılı bir şekilde paylaşayım.

Kendi doğumundan tam dokuz ay önce vefat eden, 22 aylık abisinin reekarnasyonu olduğuna inanan Dali bu konuda yalnız değilmiş. Öyle ki, anne ve babası da kaybettikleri çocuklarının yeniden dünyaya geldiğine inanarak, ikinci çocuklarına da Salvador Dali ismini vermiş.

John Lennon’un eşi Yoko Ono, Dali ile tanıştığı zaman, hatıra olarak ressamın bıyığından bir parça ister. Dali onbin dolar karşılığında bu teklifi kabul eder fakat Yoko Ono’ya bıyığı yerine, bir parça saman gönderir. Bunun sebebini ise, Yoko’nun bıyığını kullanarak kendisine büyü yapmasından korkmasıdır.

Nazi döneminde, sanatçıların bir çoğu Naziler’den ve rejimden uzaklaşmaya başlamışken, Dali saplantı derecesinde Hitler’e karşı ilgi beslemektedir. Rüyalarında onu gördüğünü yakın çevresine söyler. Hatta diktatörün resimlerini de yapar. Hitler’in bu ilgiden rahatsız olduğu da bilinmekte.

Manhattan’da bir kitabevindeki imza gününden bahsedeyim size biraz da. Dali’nin tüm özelliklerinin yanı sıra tam bir showman olduğunu da belirtmeliyim. Kitabevinde şöyle bir sahe düşünün. Dali, kitabevinin ortasında bir hastane yatağında, beyin dalgalarını ölçen bir makineye bağlı olarak yatmaktadır. Çevresinde sahte doktor ve hemşirelerden oluşan bir ordu vardır. Kitabını alan herkese, makinanın çıkardığı beyin dalgaları raporunun bir kopyası hediye edilmektedir. Neden mi? Cevap çok basit. Salvador Dali’nin Dünyası isimli kitabından daha çok kopya satabilmek için.

Kalabalık arkadaş grubunu davet ettiği resturantlar’da ödemediği hesaplarla da ün yapmış sanatçı. Aslında ödeme yapıyor. Şöyle;

Hesabı getiren garsonun yanında bir çek yazıyor. Sonra çekin arkasını çevirip bir şeyler çiziyor. Kimse Dali’nin arkasına çizim yaptığı çeki bozdurmak istemediğinden, asla hesap ödememiş oluyor.

Hayatı boyunca 1500 den fazla tabloya imza atan Dali’nin, bunun yanı sıra bir çok kitabı, illüstrasyonu ve skeçleri de bulunmakta. Ayrıca 1969 yılında Eurovision şarkı yarışmasının logosunu da çizmiştir.

salvador-dali-photo

 

 

Hayır! Madalya takmıyorlar

Sadece iki mevsim geçiren harika bir yerde yaşıyorum. Bahar ve yaz. İnsanlarımız dalavereyi pek bilmez. Deneyenler olur; ellerine yüzlerine bulaştırıp hemen enselenirler, beceremezler. Ada insanının genlerine bu tip şeyler henüz sirayet etmemiştir çünkü. Yaşadığımız yerde ne kadar mutlu olursak olalım, tatil bir kaçıştır. Gözlerimizi kapattığımız zaman; genelde deniz, kum ve deniz imparatorluğu sınırları içerisinde kalan bir tatil hayal edilir. Bu ülkenin adresi belli olmasa da, hep uzaklardadır. Tatil, baştan çıkaran bir kaçıştır.

pexels-photo-129539

Kısa süreli tatil için bir ülkeyi gezmek, takdir edersiniz ki alışveriş sırasında vitrin gezmeye benzer. Hop geldik, iki yer gördük, iki kafa çektik, iki alışveriş yaptık, iki müze gezdik derken hoooop gidiyoruz. Bu yüzden “Şurayı bilirim” ile “Şurada bulundum arasında dağlar kadar fark vardır. Her ne kadar dönüşte, kimse bana madalya vermese de, ben genelde “Şurayı bilirim” demeyi tercih edenlerdenim. Bir ülkeyi ziyaret ettiğimde; tarihi, yemek kültürü, insanlarının hayata bakış açısı, bizden farklı tarafları, sanatı, sporu vs. .

Bu yüzden de tatil için ilk kez gittiğimiz bir ülkede; gezeceğimiz şehirlerin sayısını sınırlarız. Şu şehre de gidelim, bu şehri de görelim telaşına kapılmaktansa; sınırladığımız şehir sayısınca o ülkeyi, o şehri daha iyi tanımaya başlamaya çalışırız. Hele bir de gittiğimiz yere kanımız ısındıysa; bu o ülkenin diğer şehirlerini de görmek için harika bir bahane olur.

İlk gidişinizde, “Yabancı” diye nitelendirdiğiniz ülke, daha bildik, daha sıcak gelmeye başlar. Hatta bu sebeple konuşmalarımızı içeriği değişir ve “Buraya yerleşilir mi?”, “Yerleşsek ne yaparız?”, “Uyum sağlar mıyız?” ve benzeri sorularla sohbetlerimiz derinleşir.

Yukarıda yazdıklarımın biz en büyük faydası ufkumuzun genişlemesine yardımcı olmasıdır. Bu sayede kendimizi saha iyi anlarken, dış dünyayı da daha objektif değerlendirmeye başlarsınız. Kısacası her seyahat sonrası, biraz daha dünyalı olmayı öğrenir, biraz daha zenginleşiriz. Kimseyi ötekeleştirmemeyi öğrenmiş olmak da cabası.

Tüm bunlardan yola çıkarak; İspanya tatilimizi Madrid ve İbiza ile sınırladık.  Madrid serimiz tamamlandıktan sonra İbiza’yı yazmaya başlayacağım.

Cumartesi günü gelmişken şuraya bir kaç film önerisi de atalım.

Mezarlık

Plaza Mayor meydanı 129 metre X 94 metre. Büyüklüğünü tahmin edersiniz. O kadar büyük ki alana 50,000 kişi rahatlıkla sığabiliyormuş. Üç katlı, 237 balkonlu bu şaheser, tarih boyunca bir çok olaya şahitlik etmiş.

Kraliyet düğünleri, taç giyme törenleri, engizisyon duruşmaları ve idamlar, boğa güreşleri.

IMG_1563

İnsanoğlu çağlar boyunca, düzeni sağlamak adına yasaklar getirmiş. Orta çağda tam anlamı ile vahşet sergilemiş olan engizisyonlar  çok geçmeden hüküm sürmeye başlamış. Roma engizisyonu, Hırvat engizisyonu ve bunlardan en önemlisi ve en kanlısı İspanyol engizisyonu. Katolik kilisesine bağlı bir mahkeme sistemi olan engizisyon, adalet sağlamaktan çok yüzyıllarca, kilisenin otoritesini sağlama almak adına işlevini sürdürmüş.

İnsanları cehennem ve şeytan korkusu ile kendine bağlı tutmak için kurucusu kiliseden destek alan engizisyon, kilisenin onayı ile başlatılan cadı avında, 15. ve 17. yüzyıllar arasında beşyüz bin kişiden fazla insanın mahkum edilmesine sebep olmuş. Dönemin veterinerleri, ebeleri, şifacıları “Cadı avı” suçlamalarından yeteri kadar nasiplerini almışlar. Bu vahşet 16. yüzyıl ortalarına kadar süregelmiş. İspanyol engizisyonunun orjinal kayıtlarında yer almış olan ve binlerce insanı ölüme götüren suçlamalar arasında;  bedeninizde bir ben veya doğum lekesi olması, cadılıkla suçlanan birine sempati ile yaklaşmış olmanızdan şüphe duyulması, kırda çiçek toplamak ( bunu yapan bir kadınsa şeytani büyüler için yabani ot toplamakla suçlanıyordu), gece yatmadan önce ateşi külle örtmek.. ve daha niceleri. Çoğunlukla işkence ile alınan itiraflar sayesinde uzun bir süre “adalet!” sağlayarak insanların ruhlarını şeytandan ve kötü ruhlardan koruyan engizisyon, dönemin yeni bir melseğe sahip olmasına da fırsat yaratmıştı. “Cadı avcıları”

Biz, Kış Güneşi altında otururken gözümün önüne bir idam mangası getirmeye çalıştım. Karalar içerisindeki bir papazın, din adına işkence ettirdiği ve az sonra canlı canlı yakılmak üzere, kanlar içerisindeki vücudunun meydanın ortasına sürüklendiği bir tutukluyu hayal ettim. Halk çılgına dönmüş, idam sahnesi için ağızlarının suyu akmakta. Birden ürpererek gözlerimin önünde sahnelenmiş olan bu siyah beyaz görüntüden başımı iki yana sallayarak kurtuldum. “Kalk” dedim Bay David’e. “Engizisyonun öldürdüğü yüzlerce insanın hayali mezarlığında kahve içiyoruz.” Paltolarımızı sırtımıza geçirip, hesabı ödedik. ” Kraliyet ailesi burada düğünler de yapmış unutma” dedi Bay David. Aklı sıra kötülük içindeki iyiliği bulup ortaya çıkaracak. Gözlerimi devirdim. Kötümser olmayı “Gerçekçi” olmak kisvesi altına saklayan bir adamdan söz ediyoruz. Ne kadar pozitif olabilir ki 🙂 ” Bay David çok pozitifsiniz.” diyerek gülümsedim. Dalga geçtiğimi biliyor. “2018 modelim bu” diyerek yanıtladı beni.

francisFrancisco Rizi’nin 1683 yılına ait Plaza Mayor meydanı engizisyon mahkemesi konulu çalışması.

Plaza Mayor meydanında Sabrino de Botin isimli bir resturant bulunmakta. 1725 yılından bu yana, hiç kapanmadan hizmet vermekte. Öyle ki Guiness Rekorlar Kitabına, dünyanın en eski resturant’ı olarak girmiş durumda. Ünlü ressam Goya, Kraliyet Akademisi’ne kabulünü beklerken burada garson olarak çalışmış. Bu tarihi mekanda yemek yemek olağanüstü bir deneyim olacaktı fakat sabahın erken saatleri olduğundan maalesef kapalıydı.

Plaza Mayor meydanını çevreleyen binayı süsleyen freskler, 1992 yılında restorasyondan geçmiş. Plaza Mayor anlayacağınız, yaşayan bir açık hava müzesi.

Aşk, meşk, v.s

Sen bana kocaman bir tabak makarna pişir.

Ya da kendi ellerinle bir kahve yap.

Yorgun olduğumda beni şımart.

Dünyada bir ben, bir sen kalmışız gibi.

Şikayetlerimi kulak ardı et, eleştirilerimi kulağına küpe yap.

Seviyorum derken yüreğin titresin, gözlerinde görürüm ben.

Uzuuun sessizlikleri paylaşalım.

Onlardır bizi huzura erdiren.

Kendi dünyalarımızda hüküm sürelim.

Yeter ki vizesiz, zamansız girebilelim birbirimizin dünyalarına.

Hep aynı fikirde olmayalım.

Sıkılırım.

Ben senin yeni ufuklara yelkenlin olmalıyım.

Sen de benim.

Okuyalım, şarap içelim, kalkıp bir filme gidelim.

Ya da gecenin bir yarısı deniz kenarında yürüyelim. Yıldızları sermene gerek yok yollarıma.

Gezegenler de kalsın kendi uydularında.

Bazen sabahlara kadar çene çalalım.

Hacı yatmaz gibi dolanalım.

Gece yarısı tıka basa yemek yiyip, ardından hayıflanalım. Bir tüy gibi kon yüreğime, bahar dalları açsın derinliklerimde.

Biz hep baharı yaşayalım, son baharları hep yok sayalım. Bana öğreteceklerin için öğrenmeyi asla bırakma.

Sana fener olabilmem için, karanlığa sırtını yaslama.

Sen de bil ki, paylaştıkça azalacaktır tüm hüzünler zamanla.

Zıtlıklarımız korkutmasın bizi.

Tuttuğumuz takım farklı, sevdiğimiz kitap farklı, yörüngelerimiz farklı olmalı.

Farklı olmalı ki, seni merak etmeyi sürdürebileyim.

Beni keşfetmeni bekleyebileyim.

Tecrübelerin bana rehber olsun.

Hatalarımda sırtımı sıvazla.

Cesaretim olsun onlarla barışık yaşamaya.

Bana bir şarkı söyle.

Kelimeler ruhuma, notalar yüreğime aksın.

Ağır ağır geçsin mevsimler, yıllansınlar bir şarap gibi,

Ne de olsa aşk bir senede on seneye bedelmiş gibi sürebilmeli.

Kısacası sevgili sen önce dost ol bana, gerisi aşk, meşk, v.s nasıl olsa.

Veritas

Yeni şarkı Bay David – Plaza Mayor

Descalzas Meydanı, Puerta Del Sol meydanına yaklaşık beş dakikalık yürüyüş mesafesinde. Meydan çok küçük ve ilgi çekici olmasa da , meydana adeta ev sahipliği yapan Las Descalzas Reales manastırı gerçekten görülmeye değer.

Manastırın kapısına geldiğimizde, Bay David içeride ayin olup olmadığını anlamak için, kapıdaki görevli ile kısa bir konuşma yaptı. Olmadığını öğrenince,  içeriye girdik. Soğuk gri taş duvarların ardında bu kadar renkli bir dünyaya adım atacağımızı tahmin etmemiştim doğrusu.

Beş yüz yıllık bir binada olduğumuzu bildiğimizden, sanki birilerini rahatsız edecekmişiz korkusuyla adeta ayak uçlarımızın üzerinde yürüyoruz. Sanat eserleri göz alıcı. Pedro de Menave, Gregorio Hernandez’in eserleri duvarları süslemekte. Manastırda yaklaşık bir saat geçirdikten sonra, yürümeye devam ediyoruz. Hedefimizde Plaza Mayor var. El ele geçtiğimiz caddelerin birinde Bay David’i durdurdum. “Bay David iki gündür dilimizde aynı şarkı var. Yenisine geçiniz bekliyorum.” dedim. Gülümseyerek “Tamam bir düşüneyim.” dedi. Her ne kadar İspanya’da olsak da, dilimizde İtalyanca fıkır fıkır bir şarkı olan “Cella Luna” takılı kalmış durumda. Akdeniz esintisinden olsa gerek. Sözleri de tam olarak bildiğimizden değil. Şarkının çoğu yerinde geveliyoruz, ama notalar yerinde :). En önemlisi neşemiz yerinde.

Plaza Mayor meydanına doğru ilerlerken, açık olan dükkanların neredeyse tamamında, her ölçüde Real Madrid formaları satılmakta. Madridliler takımlarını sevmiyor adeta tapıyorlar. Futbol, basketbol ve tenis favori sporları arasında. İspanya milli takımı 2008- 2013 yılları arasında, Fifa tarafından yılın takımı seçilmiş.

Plaza Mayor’a açılan dört kemer bulunuyor. III.Phillip zamanında, kraliyet ailesine prestij kazandırmak için Juan Gomez de Mona’ya yaptırılmış. 1617 yılında başlayan inşaat iki sene sürmüş. Meydanın ortasında bulunan atın üzerindeki III.Philip heykeli, eserini adeta gururla izliyor.

10

Plaza Mayor’a açılan kemerlerin caddelerin bir çoğunda,  eski para ve pul satılan dükkanlara rastladık. Plaza Mayor’da  zaten hafta sonları ( Pazar günleri ) koleksiyonerler için pazar kuruluyor.  Vitrinleri bir süre inceledikten sonra, meydana giriş yapıyoruz. Nefes kesici bir mimari. David’in Madrid ile ilgili çok doğru bir tesbiti var. “Bu şehrin tadına varabilmek için yürürken sürekli yukarı bakmak gerek.” Binalardaki estetiği bir bütün olarak göreblmek için bunu gerçekten yapmanız gerekiyor.

11

Meydanın bir köşesinde, bir cafe var. Rehberli turist grupları meydanın çeşitli noktalarında gruplanmışlar.

9

Yeteri kadar fotoğraf çektiğimize inandıktan sonra, kahve içmek için cafedeki masalardan birine yerleşiyoruz. Bu sırada Bay David That’s Amore’yi mırıldanmaya  başlıyor dinlemek için tık tık.

 

 

 

Vurun Kahpeye

Üniversitede ders veren bir kadın.

Çok zeki.

Felsefe, matematik, astronomi dallarında çok önemli çalışmaları var.

Zamanın sözü geçen kişileri arasında.

Politik olarak da faal.

Güzelliği dillere destan ama o bilime adamış kendini.

Bütün derdi beyninin kıvrımlarında dolaşan sorularına cevap bulabilmek.

İnandıklarından vazgeçmeyen biri.

Platon ve Aristoteles’in tanınmasına verdiği dersler sayesinde yardımcı olmuş bir kadın.

Aritmetik alanında 13 ciltlik eseri var.

Kimilerine göre doğumu 355 kimilerine göre ise 370 yılıdır.

İskenderiyeli Hypatia’dan bahsediyorum.

Antik bilimlerin ve Pagan felsefesinin sona erdiği ve Hristiyanlığın güçlendiği bir dönemde, Hypatia artık bir tehdittir.

Çünkü o bir kadındır.

ago1

Crillo’nun baş rahipliğe seçilmesi ile bu koşullar değişmeye başladı. Crillo yetkilerini genişletme çabasında amcasından bile ileri giden, acımasız, iktidar tutkunu biri olarak anlatılır. Mısırda ona karşı güçlü bir muhalefet oluşmuştur. Crillo’nun Theophilus’un ardılı olarak seçilmesi İskenderiye’de huzursuzluğa neden olmuş ve iki ruhban topluluğu arasındaki anlaşmazlıkları körüklemiştir. Kilisenin başı ile imparator iktidarının temsilcileri arasında birçok çekişme olmuştur. Hypatia’nın yeni güçlenmeye başlamış olan Hristiyanlık dininden uzak durması kendisi için hazırlanan oyunun rahatca oynanmasına fırsat tanımıstır. Kiliseye bağlı kışkırtıcılar, Hypatia’nın matematik ve gökbilim dallarında yaptığı araştırmalardan yola çıkarak, maksatlı cadı masalları yaratmışlardır.

Tarihte sık sık yaşandığı gibi cadılıkla suçlanarak Hristiyan dinine hizmet ettiğini sanan yobazlar tarafından (Başta iskenderiyeli papaz Crillo) acımacızca taşlanarak katledilmiştir. Etleri ve kemikleri sokaklarda sürüklenmiş yakılmıştır. Onun ölümüyle ve Hıristiyanların iktidarı ele geçirmesiyle (onlar dünyanın düz olduğuna inanıyorlardı) İskenderiye bilim, hoşgörü yönünden yüzyıllarca karanlığa gömülür. “Düşünce hakkını koru, çünkü yanlış düşünce bile hiç düşünmemekten iyidir”

Hypatia bu düşüncesini sonuna kadar savunmuş, ölürken bile ideallerinden ödün vermemiş.

Hypatia’nın ölüm emrini veren Crillo’ya ne olmuş derseniz? Katolik Kilisesi tarafından Aziz ilan edilmiş!

2009 yapımı AGORA filminde bu bilim kadının hayatı beyaz perdeye taşındı. Başrolde Oscar ödüllü Rachel Weisz, Hypatia’ya can verdi.

Tok mide, mutlu kalp

İspanyollar bizim gibi yemek yemeyi çok seviyorlar.  Hatta bununla ilgili bir atasözleri var. ” Tok mide, mutlu kalp.” Bunu otelin resepsiyonisti Carlos’dan öğrendim. Tatilimizin nasıl geçtiğini, tapas yiyip yemediğimizi sorduktan sonra benim cevabımı beklemeden bana bu atasözünün İspanyolca’sını söyledi. Arkasından da hemen İngilizce’ye çevirisini yaptı. Boş gözlerle yüzüne bakışımdan anlamadığımı fark etmiş olsa gerek.

Öğle yemeklerinin, 13-15 arasında, iki saat olmasından, yemek yemenin İspanyollar için adeta bir ritüel olduğunu söyleyebilirim. Ne güzel ülke 🙂 Öğle yemekleri iki saat olunca, mesai saatlerinin daha geç saatte bitmesinden dolayı, hayat onlar için gece yaşanıyor demek doğru olur.

Akşam yemeklerini saat 22:00 de alıyorlar mesela. Benim gibi, buzdolabının başında gece mesaisi yapanlar için harika bir yer bu yüzden :). Mağazaların çoğu geç saatlere kadar açık, tiyatroların ve sinemaların seansları bu düzene uygun olarak programlanmış. Daha önceki yazılarımda söylediğim gibi, Madrid kelimenin tam anlamıyla 24 saat yaşayan bir şehir.

Bizim gibi ekmek tüketmeyi seviyor İspanyollar. 58 milyon turistle, dünyanın en çok ziyaret edilen dördüncü ülkesi olan İspanya, bir çok gıda maddesinin Avrupa ile ilk kez tanışmasına sebep olmuş. Patates, tütün, domates ve avacado ilk kez Avrupa’ya, denizciler tarafından İspanya’dan alınıp götürülmüşler. Akdeniz mutfağının en sağlıklı mutfağı olarak kabul edilmesinin başlıca sebebi biliyorsunuz zeytinyağı tüketiminden kaynaklanmaktadır. İspanya bugün, dünyanın birinci sıradaki safran üreticisidir ( Paella isimli yemeklerinin başlıca malzemesidir) .  Ayrıca dünyada üretilen zeytinyağı pazarının %43’ünü elinde tutmaktadır.

O kadar lezzetli ve çeşitli zeytinyağları var ki. Tatilimizin son günü dört şişe satın aldık. Valizlere yerleştirirken şişelerin kırılmaması için bildiğim tüm duaları ettim tabii. Neyse ki sağlam bir şekilde eve getirmeyi başarabildik. Mutlaka satın alın tavsiye ederim.

Tatilimizin ikinci gününde biz de kendimizi Gran Via’daki geleneksel tapas cafelerinden birine attık. Yemeklerinin çoğunda jambon ( domuz etinden üretilmiş olan) bulunduğundan, ben İspanyol omleti yedim. Bir çok yerde soğuk servis edilir. Fakat soğuk olması tadının kötü olduğunu düşündürmesin size. Gerçekten çok lezzetli. Bay David ise Patatas Bravas ve yanında ızgara jambon yedi.  Porsiyonlar gerçekten büyük. Fiyatlar ise 3 Euro – 10 Euro arası.

Çevremizdeki masalarda, Madrid’liler olduğu gibi, turistler de var. Anlamak çok kolay çünkü benden beter, ne görürlerse fotoğrafını çekiyorlar.

27785384_1687294954667096_1145486974_o

 

 

Havva, Adem, Elma

Madrid’de alışveriş yapmak isteyenler için her türlü fiyattan ürün olduğunu söyleyebilirim. Ocak ayı indirim ayı. Herhangi bir dükkanın vitrininde “Rebahas” tabelasını gördüğünüz anda içeri girin. İndirim var demektir. %30 – %70 arası indirimli ürünler satın alabilirsiniz. Dünyaca ünlü bir çok markanın ürünleri indirimli olarak raflarda yerlerini almaktalar.

Örneğin normalde fiyatı 475 Euro olan Salvatore Ferragamo olan kaliteli bir deri montu, 100 – 120 Euro fiyat aralığında satın alabilirsiniz. Ya da fiyatları normalde 100 Euro nun üzerinde olan, ayakkabı, çizme ya da botların fiyatlarının 25 Euro ya kadar düştüğünü görürseniz şaşırmayın. Ürünlerin hepsi kaliteli.

Size tavsiyem kaldığınız süre boyunca her dükkana girip çıktıktan sonra, alışverişinizi son güne bırakmanız. Öyle ki; bir dükkanda 75 Euro ya gördüğünüz bir çizmeyi, bir iki sokak ötede 30 Euro’ya görebilirsiniz.

Benim alışveriş tutkum yoktur. İhtiyacı giderir, dükkandan çıkarım. Alışveriş için pek vakit harcamam. Bu yüzden dükkan dükkan gezenlerden değilim. Fakat bloğumda yazarken sizlere faydalı olabilmek adına; birkaç dükkana girip gözlem yaptım.

Puerta Del Sol ve çevresinde birden fazla yerde bulunan El Cortes Ingles mağazalarından birine mutlaka girin. Beş ya da altı katlı olan mağazada yok yok. Dünyaca ünlü markaların giyim ve bakım ürünleri bir araya toplanmış. Dudak uçuklatacak kadar yüksek fiyatlara rastlayabileceğiniz gibi, aniden 30 Euro’ya çizme veya abiyelik çantalar görebilirsiniz. Çanta reyonundan bir örnek vermek gerekirse, indirime girmemiş ürünlerin en ucuzu 275 Euro, en pahalısı ise 3,200 Euro idi.

Parfümeri reyonu ışıl ışıl. Rengarenk şişeler spotların altında birer fener gibi parlıyorlar. Reyonda baş döndürücü, sizi kendinizden geçirecek kokular havada asılı kalmış. Gran Via caddesinde de bir çok markaya ait dükkanlar mevcut. Gran Via’ya paralel olan caddelerden biri olan,  Salcador de Madariga caddesinde mağazanın outlet – indirim mağazası var. El Cortes Ingles magazalarının tamamı haftanın yedi günü, sabah 10 – akşam 21 saatleri arasında açık. Yine Gran Via’daki, Primark görülmeye değer. Biz bu sefer alışverişimizi oradan yaptık. Mağaza indirimde olduğundan fiyatlar oldukça makuldu.

prime

Özellikle Game of Thrones , Harry Potter temalı t-shirtler hem çok yaratıcı hem de çok komiklerdi.

Puerta Del Sol’da meydana bakan bir dükkana daha girmenizi tavsiye ederim. Apple Store. Ben içerideki kuyruğu görünce, merakımı gidermek için içeri girdik. Dekorasyonu ile modern bir sanat galerisini andırıyor. İki katlı büyük bir mağaza. Çok geniş masalar üzerinde sergilenen ürünler, bir görevli nezaretinde, müşteriler tarafından incelenip, denenebiliyorlar. İçerisi tıklım tıklım. Ürünleri inceleyenlerin yaş aralığı 15-30 arası. Mağazanın ortasında bir kuyruk var. Sıranın başına gelen görevli, ilk sıradaki kişi ile konuştuktan sonra yönlendirmesini yapıyor.

Görevli kızlardan birine yaklaşarak, insanların neden kuyruğa girdiklerini sordum. Bana tamir için bıraktıkları telefon, ipad gibi eşyalarını teslim almaya geldiklerini söylüyor. Dışarı çıktığımızda Bay David, tüketim çılgınlığını eleştiriyor.

Haklı.

İhtiyaç sınırlarının çok dışında olan ürünlere yüzlerce euro harcanmakta. Üstelik bu kişilerin çoğu henüz üniversite çağındaki gençler.

Havva ile Adem’ in beraber yediği elma 🍎 şimdi herkese çok yüksek fiyatlara sunuluyor.

Yersen!

Bilet Alsam

Alaçatı’ya gitsek mesela.

Dar sokakları arşınlarken, eski evlerin hikayelerini yazsam.

Balık yesem, rakı içsem.

Tanıdık tanımadık kim varsa selamlaşsam, sohbet etsem.

Bir kaç yaşlı ile bir araya gelip, efsaneleri dinlesem.

Ya da Londra’ya uçsak. Bir kaç müze, konser, tiyatro ile ruhumu beslesem.

Phantom of the Opera’yı izlerken ağlasam, Mamma Mia’da coşsam.

Soho’da, Çinlilerle selamlaşıp, geleneksel eşyaların satıldığı dükkanların birine girip diğerinden çıksam.

İki çubuğun ucundaki eşssiz tatlar ile tıka basa karnımı doyursam.

Renk renk kağıt fenerler alsam, kimonolar giysem.

Blackwells’den ya da Waterstone dan onlarca kitap alsam.

İtalya’ya da gidebiliriz.

Buram buram sanat koklasam.

Sol tarafımda Roma askerlerinin Sezar’ı selamlayışını izlesem, sağ tarafımdaki Dolce Vita’da kahve içsem.

Vatikan’dan içeri süzülüp, Michalengelo’ya selama dursam.

Sistine Manastırı’nda yere bağdaş kurup, saatlerce tavanları izlesem.

Nefesim kesilse.

Floransa’da Little David’de kocaman bir pizza yesek.

Sant Elmo Kalesi’ne çıksak yeniden.

Yüzlerce basamağı tırmanırken, kıkırdasak. Sonra kendimizi zirvede yere atıp gökyüzünü izlesek.

Geçen defa göremediğim Pompei’yi görmeye gitsek bu sefer.

Anlayacağınız bilet alasım var.

Çok sürmez başlarım hazırlanmaya…

Uçarım bir kanadın üzerinde.

Bulanır geri gelirim;

Biraz yağmura, biraz kara

Veritas

 

Kaptan Jack Sparrow

Puerta Del Sol meydanına on kadar cadde bağlı. Bir çoğu trafiğe kapalı. Hediyelik eşya dükkanları, küçük butikler, en çok da restaurantlar ve barlar, sıra sıra dizilmişler yanyana.

Birçok turist restaurantların önünde sergilenmiş olan menüyü okumadan, genelde içeriye girmiyorlar. İspanyolların tercihi ise genelde tapas ya da “Menu del dia” yani günün menüsü.

Sabah kahvaltısını otelimizde aldıktan sonra, otele ait cafenin terasında kahvelerimizi yudumluyoruz. Kahvenin tadı kötü. İbiza’da kazan kazan içmeye kalkıştığım kahvenin yanından bile geçemez. Bundan sonra yanımda getirdiğim Earl Grey ( Sarı kutu ) çayımı içmeye karar veriyorum. Bay David’e söyleyince “Yanında çay mı taşıdın?” diye gülerek soruyor. Sanki nükleer başlık taşımışım gibi.

“Birkaç tane poşeti ( poşet çay) kitaplarımın sayfaları arasına atmıştım evet.” diye yanıtlıyorum.

8

Bay David, telefonundan BBC News haberlerini okurken, ben de ilk gecemizin muhakemesini yapıyorum aklımda. Bilinçaltımın bir dürtüsü olsa gerek, kaldığımız ilk gece saat başı uyanıp meydanı, yani Puerta Del Sol’u gözlemledim.

Sokak göstericileri geç saatlere kadar çevrelerinde akan kalabalığa gösterilerini sergilediler. Sonra kalabalık yavaş yavaş azaldı. Gün ağarırken belediye araçları gelerek, meydanı yıkadılar. Çok geçmeden bu sefer de telaşlı bir kalabalık işlerine gitmek üzere, meydanda bulunan metro girişlerine doğru akmaya başladı.

Kendi hayatlarımızı sürdürürken, doğamız gereği kendimizi evrenin merkezi zannederiz. Burnumu cama dayamış, evimden binlerce kilometre uzakta, meydandaki kalabalığı gözlemlerken, kendi kendime her zaman tekrar ettiğim bir cümleyi, Bay David uyanmasın diye fısıldayarak yeniden tekrar ettim.

“Benim dışımda bir hayat var.”

Bu düşünce kendimi okyanusta bir damla gibi hissetmeme sebep oluyor. Ardından, kendimden çok büyük bir varoluşun sadece küçük bir parçası olduğumu bir kez daha anımsayarak, mütevazi bir ruh haline bürünüyorum. Bu da, hayatımı sürdürürken, olmayacak şeyleri dert etmemi engelliyor sanırım. En azından ben buna inandığım için, hayatıma yansıması çok olumlu yönde. İnsan ister istemez bencillikten de uzaklaşmış oluyor.

Bay David şehir haritasını masanın üzerine açarak, günümüzün planı hakkında konuşmaya başlamıştı ki, Kaptan Jack Sparrow yanımızdan geçerek, meydandaki yerini aldı. Nerede olduğumu bilmesem, yanımdan Johnny Depp’in geçtiğine yemin edebilirdim. Benzerlik inanılmaz. Onun ardından, dev bir panda ve Donald Duck kalabalıktaki çocuklarla fotoğraf çektirmeye başlıyorlar.  Küçük çocuklar şaşkın ve heyecanlı.

232310_res3_CaptainJackSparrow

Kısacası sizin anlayacağınız Puerta Del Sol hiç uyumuyor.

Aşk cinayeti

Carmen’in adı geçtiğine göre, operasından bahsetmeden olmaz.

Dünyaca ünlü Carmen operası bir Fransız operası olmasına ve ilk kez Paris’te gerçekçilik akımı ile sahnelenen opera olmasına rağmen, Seville- İspanya’da geçmesinden ötürü,  daha çok İspanya ile anılır hale gelmiştir. Bir aşk cinayetini anlatır.  İlk kez Tv de izlediğimde sanırım on ya da onbir yaşındaydım. Sahnede izleme şansını henüz elde edemedim.

Sahnede Carmen’i oynayan kadının kıvrak, cesur hareketleri, ağzından çıkan büyülü ses, giydiği kostüm nefesimi kesmişti. Biraz fikir vermesi için,  kulaklarınızın aşina olduğu o büyülü notaların ( Habanera ) yer aldığı kısa video için tık tık

Ve ilk premierinden tam 140 sene sonra, İtalyan operası, kadına karşı yaşanan şiddete dikkat çekmek adına, operanın sonunu modernize etmeye karar vermiş.

Modernize edilmiş olan sonda Carmen’i aşk yüzünden sahnede bıçaklanıp ölüme terk edilmekten kurtarıp, yeni sevgilisine kavuşturarak yaşamasına izin veriyor.

Şansınız olursa her iki versiyonu da izlemenizi tavsiye ederim.

Carmen_52

Pişmemiş Et

1936-1939 yılları arasındaki iç savaş, ardından ikinci dünya savaşı ve 41 sene boyunca General Franco’nun demir yumruklu idaresi. Diktatörlük 1975 yılına, generalin ölümüne kadar sürmüştür. Kısacası İspanya 1936-1975 yılları arasında çok kayıplar vermiş, çok acılar çekmiştir.

Buna rağmen bugün sokaklarında yürüdüğümüz Madrid, bize adeta tersini anlatır gibi. Çağın dışında kalmış bir İspanya değil bu. Yine de ekonomik kriz ile boğuşmaya devam ediyor İspanyollar. Avrupa Birliği’nde kalmak isteyenler kadar, birlikten ayrılmak isteyenler de var.

Yürüyüşten yorulup acıkınca  Plaza del Carmen ( Carmen Meydanı ) de bulunan La Carmen restaurant’ın önünden geçerken, içeri girip bir şeyler atıştırmaya karar verdik. İspanya da keza İbiza’da da öyle, biftek, pirzola yiyecekseniz vazgeçin. “Çok iyi pişsin lütfen ( well done) dememe rağmen et pembe geldi. Bay David’in umurunda değil o zaten orta pişmiş yer (medium) . Tabii eti geri göndererek, biraz daha pişirilmesini rica ettim. Garson şaşırarak, kaşlarını kaldırıp soru soran bir ifade ile yüzüme baksa da, adamı dışlayarak Bay David ile konuşmaya devam ettim.

Kısacası, eğer eti benim gibi iyi pişmiş seviyorsanız, biftek falan yemeyin oralarda. Ya da bir çok kez etinizin nasıl pişmesini istediğinizi söyleyerek, garsonun anladığından emin olun.

Bu sırada yan masada, gazetesini okumakta olan otuzlu yaşlarının ortalarından daha yaşlı gözükmeyen genç bir adam, gazetesinden başını kaldırmadan ; “Şef dışarı çıkıp size mutlaka bir çift laf edecektir.” dedi gülerek. Bay David gülümsemekle yetindi. “Olay büyür diyorsunuz yani?” dedim ben de gülümseyerek. Adam gazetesini masanın üzerine bıraktıktan sonra bizimle tokalaşmak üzere elini uzattı.

“İngiliz misiniz?”

Benim Türk olduğumu öğrenince “İstanbul mamma mia.” dedi gülümseyerek.

Bu noktadan sonra paranoya noktasına sürüklenmedim sanmayın. Hollywood tarafından yıllardır kanımıza pompalanan her türlü seri katil, yabancı fobisi, turistleri avlayıp böbreklerini deşen mafyalar….. Ben bunları düşünürken Bay David ile adamın muhabbeti bizim Madrid’de ne yaptığımız, ne kadardır burada bulunduğumuzun sorgulandığı kısma gelmişti ki lafa balıklama atladım.

“Turistiz.” dedim. “Bu akşamüstü dönüyoruz.” dedikten sonra dönüşümüze ne kadar üzüldüğümüzü ifade edebilmek için de yüzümü buruşturdum. Hemen arkasından ” Tanıştığımıza memnun oldum,” dedikten sonra arkamı tamamen adama dönünce sohbeti noktalamış oldum. Bu sırada adamcağız da , ben de memnun oldum demekle yetindi. Bay David, gözleri ile bana gülümseyerek başını iki yana salladı.

Bu sırada garson bifteğimle geri dönmüştü.  “Şefimiz, bifteğinizi ikiye bölerek tekrar pişirdiğini söylememi rica etti.” dedi kırık bir İngilizce ile.

Mesajı almıştım tabii. Garsona gülümseyerek baktım. “Kendisine sevgilerimi gönderdiğimi iletin lütfen.” dedim.

 

İlk adımlar

Üzerimizi değiştirdikten sonra, yürüyüşe çıktık.

Madrid’e gelmeden önce, yankesiciler ve dilenciler hakkında uyarılmıştık. Her büyük şehirde olduğu üzere burada da dikkatli olmamız gerektiği tembihlendi. Biz herhangi bir vukuat yaşamadık. Öyle ki zaman zaman Bay David’e “Ben kapkaçın memleketinden geliyorum, korkma bir şey olmaz.” demişliğim de var. Bir sıkıntı yaşamadık kısacası. Dilenciler ise ısrarcı değil. İki kere kesin bir ifade ile “No” diye çığlığı bastınız mı gidiyorlar.

Üzücü olan; yürüyerek geçtiğimiz her caddede, en az iki tane evsize rastlamış olmamız. Caddelerde paçavralar üzerinde uyuyan bu insanların yanına, gelip geçenler tarafından, yiyecek veya içecek bırakılmış oluyor. Hepsine değil tabii. Dilenmek zorunda kalan bu insanlar, kağıt bardakları yere koymuş, sessizce sizin merhametinize sesleniyorlar.

Kış güneşi tepemizde parlamakta. Hava soğuk. Aç olduğumuz için, önümüze çıkan ilk cafeye atıyoruz kendimizi. Sigara içen insanlar olduğumuz için, dışarıda oturmayı tercih ediyoruz. Cadde kalabalık. Telaşlı bir kalabalık değil ama bu. Herkes sanki tatil modunda. Büyük şehir insanının yaşadığı o telaşlı koşturma burada yok.

7

Bay David Somon balıklı Club Sandwich ben ise Nachos sipariş ediyorum. Nachos’un yanında getirdikleri acı biber (jalapeno) turşuları inanılmaz bir tat. Guacamole sosu ve mayonez ile beraber servis ediliyor. Guacamole’nin başlıca malzemesi avakado. Bay David’e göre, Guacamole’nin tadı sabuna benziyor. Ben seviyorum. Nachos hem İbiza, hem de İspanya’da en ünlü tapaslardan biri.  Aslında Meksika mutfağına ait. Tapas, bizim Türk mutfağı ile karşılaştırdığınızda, atıştırmalık diye isimlendireceğiniz türden yiyecekler 🙂 . İspanyol mutfağının dünyaca ünlü mezeleri. Bizdekilerle karşılaştırdığınızda, evde kolaylıkla yapabileceğiniz mezeler. Adamlar ekmeği kızartıp, üzerine biraz zeytinyağı ve domates rendesi koyup çatır çatır satıyorlar. Tapas 🙂

Size Nachos’un tarifi yazayım. Yazayım ki ne kadar zahmetli bir meze olduğunu görün :).

Bir paket baharatlı ya da baharatsız mısır cipsini geniş bir kaseye boşaltın. Üzerine bolca çedar rendesi. Mikrodalgada peynir eriyene kadar ısıtın (daha da çıtır çıtır olsun isterseniz fırına atın). Yanında ne seviyorsanız onunla servis edin.

 

Nefes kesici Puerta Del Sol

Resepsiyonda, bilgilendirildikten sonra, kibar bir bellboy eşliğinde asansöre binerek dördüncü kattaki odamızın yolunu tuttuk. Koridorlardan geçerken kendimi bir Agatha Christie kitabından uyarlanmış bir filmin içinde  hissettim. Dekorasyondan dolayı. Bavullarımızı taşıyan arkadaşımıza küçük bir bahşişle teşekkür ettikten sonra, Bay David, tavana kadar yükselen, sarı panjurlu balkon kapısını açmaya koyuldu. “Gözlerini kapa ve gel.” dedi.

Kapılar açıldığında bir adım atarak peşi sıra balkona çıktım. Götün götün anca sığdık balkona. Başımın dönmesinin boyunun anca yan koyacağınız bir sandalye genişliğinde, eninin ise bir metre olduğu küçük bir balkona çıkmamdan mı kaynaklandığına yoksa yüzleştiğim manzaranın enfesliğinden mi kaynaklandığına bir süre karar veremedim. Etrafıma çok hızlı bir göz atınca, bu heyecanımın manzara kaynaklı olduğunu anladım. Yükseklik korkum yoktur benim. Yine de ilk gün balkona her çıkacağımda, tek ayağımla balkon zeminine hafifçe birkaç kez dokunarak, farkında olmadan zeminin sağlamlığını kontrol ettiğimi sonradan fark ettim. İyi ki yükseklik korkum yokmuş 🙂

Ve karşımızda dünyanın en ünlü meydanlarından, yirmi bin kişiyi rahatlıkla barındırabilen güzelliklerle çevrili Puerta Del Sol.

IMG_1411

Uzansam  dokunabilecek kadar yakında gözüken, tepesindeki saat kulesinin altında tüm ihtişamı ile Eski Postane / Royal Post Office ( Şimdi şehir meclisine ait). Sokağın sol başını bir Apple Store tutmuş. Gözlerimi kısarak baktığımda, içeride uzun bir kuyruk olduğunu seçebildim. Sonra incelemeye gideceğiz. Duvarında sadece ışıklı bir elma tabelası.

Meydanı bir ahtapotun başı kabul ederseniz, kolları ise tüm yönlere yayılmış, paralel caddeler,  Meydana paralel uzanan tek şeritli (trafiğe açık tek nokta) yol dışında, bu caddelerin tamamı neredeyse tamamı trafiğe kapalı. Göbekte ilerleyen trafik ve ona paralelel uzanan yedi, sekiz tane İstiklal caddesi düşünün. Tabii sokaklar biraz daha dar. Sokakları çevreleyen binaların tamamı mimari olarak 19, yüzyıldan kalma. Yeni yapılan varsa bile, dokuyu bozmadan mimari olarak diğerleri ile uyumlu bir şekilde inşa edilmiş.

Meydanı çevreleyen binaların mimari estetiği nefes kesici. ( Instagram hesabımızda tüm fotolara yer vereceğiz) Balkona adım attığımızda meydanda yaklaşık üçyüz insan var. Kimisi metro girişlerinden çıkarak hızla alanı geçiyor, kimisi alanda kostümlü maskotlarla fotoğraf çektiriyor, kimisi put gibi hiç kımıldamadan motorsikletinin üzerinde tek eli ile amuda kalkmış genç adamı izliyor.

Birkaç sokak satıcısı, alandaki kimseyi rahatsız etmeden, eski postanenin önünde duran üç polis memurunu gözlemlemekte. Kıpırdadıkları anda, satıcılar da farklı yönlere doğru hareket etmeye başlıyor. Polisin varlığı, vücut dili tehditkar değil. Sadece kaldırımda öylece duruyor aralarında sohbet ediyorlar. Onlara baktığım zaman, iyi ki buradalar diyorum. Böyle bir kalabalığı barındırabilen bir alanda, güvenlik şart, Buna rağmen kaldığımız süre boyunca, bırakın taşkınlığı, alanda bir tane sarhoş bile görmedik. Ki ben, geceleri otel odamıza döndüğümüzde, balkonda saatlerce oturup, “Su akar, deli bakar” misali, kalabalığın neşesini, canlılığını; meydanın adeta nefes alışını izledim. Puerta Del Sol meydanı, kalabalığına rağmen son derece güvenli ve damarlarınıza hayat enerjisi veren bir yer. Havada hürriyet kokusu var.

Ocak ayı olduğundan, yabancı turiste nazaran yerli turist daha fazla. Çevre adalardan birkaç günlüğüne gelmiş İspanyollar çoğunlukta. Size tavsiyem, Ocak ayında gelin Madrid’e. İnsan kalabalığında, yabancı turistin yoğunluğunu yaşamadan bozulmamış İspanyol dokusunun tadına daha çok varırsınız. İspanyollar, son derece sakin ve huzurlu bir yapıları olan bir millet. Gürültücü değiller. Aile odaklı yaşıyorlar. Cafelerde, restaurantlarda yemek yiyenlerin çoğunluğu kalabalık aileler. Özellikle öğle saatlerinde. Son derece sıcak bir görüntü.

Daha evvelki yazılarımda belirttiğim gibi, turist sezonu dışında gezmeyi seviyoruz. Şehrin tamamı bize kalmış da, bizden başkaları bizim misafirimizmiş hissini seviyoruz. Siz beni dinleyin, Madrid’e kışın gelin.

Devam edeceğiz….

Madrid Metro’su… Yeraltından notlar

Seyahatlerimizde bir yerden bir yere ulaşım için,yerin üstünden çok altını seviyorum. Gittiğiniz yerde belirli bir süre için kalacağınızdan, ulaşımı en hızlı ve etkin şekilde halletmekte her zaman fayda var. Bu yüzden metro, her zaman birinci seçenek bizim için. Gitmeden önce telefonlarımıza metronun haritasını yükledik tabii.

harita

Bu yüzden, Madrid Hava alanında T2 terminalinde, metroya binmek üzere ilerlemeye başladık. Sanırım diğer terminallere de metro girişi için bağlantı yakın bir zamanda açacaklar.

Bilet alacağınız otomatlar, sadece 5, 10 ve 20’lik banknot ve demir para kabul ediyor. Yanınızda 50 veya 100’lük banknot varsa, metroya inmeden önce döviz bürolarında bozdurabilirsiniz. Kredi kartı da kullanamıyorsunuz. Birazdan alandan, otelin olduğu meydana yani Puerta Del Sol meydanına nasıl ulaşabileceğinizi anlatacağım. Bu güzergah için iki kişi 13 EURO tuttu. Size kredi kartı şeklinde bir seyahat kartı veriyor makina. Elden ele dolaştırarak, turnikeden öyle geçmeniz gerekecek. Kişi başı bir bilet veya kart beklemeyin. Herkesin kendine ait bir kartı olsun istiyorsanız, makinaya bilet sayısı bölümüne bir yazın.

İspanya Metro’su 1919 yılında açılmış. Temiz, düzenli ve telaşsız. Dünyanın diğer büyük metrolarında göreceğiniz telaş burada yok. Akdenizli bir metro :). İspanyol insanının sükuneti, adeta duvarlara sirayet etmiş.

Biz Türk’lerde, Avrupa’lılar ile ilgili çok önemli ve dilimize pelesenk olmuş birörnek vardır. ” Abicim plajda kitap okuyan birini görüyorsan bil ki o bizden değil, kesin yabancıdır.” ya da ” Kardeşim, Avrupalı  metroya biniyor, bir duraklık mesafede bile kitabına gömülüyor. Biz okumuyoruz abicim.”

Bu sefer öyle değil. Madrid metrosunda gittiğimiz mesafede yaklaşık elli kişilik vagonda kitabını açıp okuyan ben ve yirmili yaşlarının başında bir delikanlıydı. Herkesin kafalar cep telefonlarında, tabletlerde. ( Ne mi okuyordum? Glenn Maede’nin Romanov Komplosu adlı kitabını)

  1. Nuevos Ministerios hattında yolculuğumuz başlıyor.
  2. Nuevos Ministerios da indikten sonra, koyu mavi hattı seçeceksiniz.
  3. Tribunal durağına kadar inmek yok.
  4. Tribunal durağında indikten sonra, açık mavi hattı alarak, Valdecarros’a kadar gideceksiniz.
  5. Valdecarros’ta indiğinizde, bir çok metro çıkışı ile karşılaşacaksınız. Telaşa gerek yok. Yüreğinizin götürdüğü yere gidin. Bu çıkışların üç tanesi Puetra Del Sol Meydanına, diğerleri ise meydana iki dakikalık yürüyüş mesafesinde olan paralel caddelere çıkıyorlar.

Aşağıdaki hraita size yardımcı olacaktır.

5

Dönüş yolunda, valizimizin kenarı yırtıldığı için, taksiyi tercih ettik ( 30 Euro). Pazar günü olduğundan yollar bomboştu. Sekiz dakikada alandaydık. Metro ile aynı güzergah, bekleme süreleri dahil yirmi dakika. Takside, ön koltuğun arka cebinde, görme engelliler için birkaç sayfadan oluşan dökumanı görmek beni çok etkiledi. Şöföre bunun ne olduğunu İngilizce olarak sorduğumda, İspanyolca cevapladığından anlaşamadık. Bay David’in o sırada telefonda konuşacağı tutmuştu. Ne olursa olsun, içeriğin bilgilendirme amaçlı olduğunu zannediyorum ve bu beni çok etkiledi.

Valizinizin hasar görmesi halinde, alanda 10 Euro’ya, paketletirebiliyorsunuz. Görevli makinede işlemi gerçekleştirirken, orada öylece dikilip ağzı açık seyrettim. Çok hoşuma gitti :).

6

Hotel Europa

Benim öyle otel yıldızları ile ilgili takıntım yoktur. Bunu bir statü ölçüsü olarak görenlere de gülerim. Yani otelin yıldızları çoğaldıkça daha iyi servis alacağınıza inandırmayın kendinizi. Yıldızlarla, hizmet anlayışı çoğu zaman doğru orantılı olmayabiliyor.

Tatil amaçlı bir yere giden akıllı bir gezginin otelde zaten vakit ayırmayacağını kabul etmeniz gerekiyor. Öyle Türk aklı ile yarım pansiyon ( kahvaltı ve akşam yemeği dahil) kalmaya da kalkışmayın. Zaten bir çok otelin servisi Yatak&Kahvaltı şeklindedir. Akşam yemeğini otelde almak gibi bir delilik yapmak isterseniz, otelin restaurantından ya da oda servisinden yararlanabilir, sokaktaki daha uygun fiyata ve birçok farklı lezzeti kaçırabilirsiniz.

Otel seçerken dikkat etmeniz gereken en önemli şey lokasyon. Bunun dışında yine TripAdvisor’dan kalacağınız yer ile ilgili bilgi edinebilirsiniz. Ben seyahatlerimde kalacağım otelin üç kritere sahip olmasına dikkat ediyorum.

  1. Güvenli bir lokasyonda yer alması
  2. Temiz olması ( Burası temenni tabii, hiç bir zaman temizliğinden %100 emin olamazsınız.)
  3. Wi-fi

Hotel Europa’yı seçmemizin tek sebebi lokasyonu idi. Puerta Del Sol meydanına bakıyor. Meydan Madrid’in en önemli meydanı. Çevrede görmek isteyeceğiniz bir çok yer yürüme mesafesinde. Resepsiyondan hemen bir harita temin edin. Çarşaf boy, harika bir harita veriyorlar.

2

Kaldığımız süre boyunca otelden memnun kaldık. (Fotoğrafta en üst kat, en soldaki balkon) Resepsiyon kadrosunun tamamı bay. Anaerkil İspanya ‘ya yakışmayan bir görüntü :). Bir ya da iki kişi İngilizce biliyor. Sabah kahvaltısı için otelin cafesine girmeden önce, resepsiyona uğrayıp, kahvaltı kartlarınızı almanız gerekli.

4

Fiyat farkı vererek Superior odalarda kalırsanız, manzaranız eşsiz olacaktır.

Gelelim kahvaltıya. Continental kahvaltı servis ettiklerini iddia etseler de , pek değil. Bir adet meyve, bir adet meyveli yoğurt, bir adet kruvasan, bir paket tereyağı ve bir paket reçel. Ha doymadık mı? Doyduk tabii. Tat aldım mı? Hayır. Zaten sunumda iş yok. Neyse karnımızı doyurmak için gitmediğimiz için pek takılmadım kahvaltı olayına. Amaç güne aç karınla başlamamak. Cafe’de isterseniz size sunulanın dışında, ücretini ödeyerek menüden farklı bir şey daha sipariş edebilirsiniz. Fiyatlar 4 Euro ile 8 Euro arasında değişmekte. Burada bir şey tavsiye etmek isterim. Yurt dışında harcayacağınız her bir euro’yu özellikle yiyecek için, Tl ‘ye çevirirseniz aç kalırsınız :). Size tavsiyem fiyatları değerlendirirken 100 euromun beş eurosunu kahvaltıya harcadım şeklinde düşünün. Yüreğiniz ferahlar o zaman 🙂 Yoksa aç oturursunuz.

Alışveriş tamamen farklı bir olay. Çünkü alışveriş sırasında işin içine zevkler giriyor, ürün kalitesi giriyor vs. . Alışveriş yaparken ise tam tersi fiyatları TL ye çevirerek alıp almamaya karar vermenizi öneririm. Almaya değip değmeyeceğine ( bir de taşıması var çünkü) daha sağlıklı karar verirsiniz.

Otel’in kahvaltı edilen Cafe’si aynı zamanda dışarıdan da müşteri kabul etmekte. Trafiğe kapalı olan alanda olduğundan, dışarıya attıkları sandalyelere oturarak, günün yorgunluğuna mola vermek için çok ideal.

 

 

Bay David Türkçe konuşuyorsun

Madrid Hava alanı dört terminalden oluşuyor. Bu yüzden erkenden alanda yerinizi almanızı tavsiye ederim. Kapının önünden hemen hemen her beş dakikada bir ücretsiz otobüsler, terminaller arasında yolcu taşıyor. Hepsinde ücretsiz wi-fi var. Tıpkı içerideki cafelerin bir çoğunda olduğu gibi.  Yürümek isterseniz size kalmış.

Büyük bir yer olduğundan, tabelalara mutlaka dikkat edin. Alandan metroya ulaşmak istiyorsanız T2 terminaline gitmeniz gerek. Çalışanların bir çoğu İngilizce ya bilmiyor, ya da bildiğini sanıyor. O yüzden bir şey sormak isterseniz, Exchange / Döviz bürolarına ya da alanın çeşitli yerlerine serpiştirilmiş Tourist Information / Turist bilgilendirme noktalarına sormanızı tavsiye ederim.

Buradaki en büyük muamma valizinizin nerede olduğuna dair. Bilgilendirme ekranları oldukça yetersiz. Personelin de pek İngilizce konuşmadığını göz önünde bulundurursanız, bu noktada biraz macera yaşayabilirsiniz. Son seyahatimizde, İbiza dönüşü Madrid havaalanında valizlerimizin hangi salonda, hangi banttan almamız gerektiğini dört görevliye sormak zorunda kaldık. Kimisi çatpat İngilizce ile bizi yanıtlarken, kimisi duraksamadan yoluna devam ederek, İspanyolca bir şeyler geveledi. Bay David’in İspanyolca bilmesine rağmen, biraz paslanmış olduğundan tabir yerindeyse iş Tarzanca anlaşma noktasına kadar geldi. Öyle ki David’in decoder Türkçe’yi de yabancı dil olarak algıladığından, önce İngilizce şansını deniyor, sonra Türkçe’ye geçiyor; sonunda benim fısıldayararak İngilizce olarak “Adamla Türkçe konuşuyorsun.” , uyarımla beraber İspanyolca’ya dönüyordu . O an kendi kendime dedim ki “Canım Türk insanı. Dil bilmese bile yardımcı olabilmek için kendini harap eder.” Ki düşünün bunlar alanda görevli üstüne üstlük.

Avrupa’nın! göbeğinde, uluslararası bir hava alanında, turist denen tür ile haşır neşir olan görevlilerin, dünyanın İspanyolca’dan sonra, en çok konuşulan dili İngilizce’yi konuşmasını beklemek sanırım aşırıya kaçmak oldu benim için. Aynı sıkıntı yer yer Atatürk ve Sabiha Gökçen hava alanlarında da yaşanmakta. Özel güvenlik şirketlerinin, sizin kıçınızı başınızı, valizinizi, eşyalarınızı kontrol eden görevlilerinin bir çoğu İngilizce bilmiyor. Madrid ne yaparsa yapsın, biz yapmayalım. Dünyanın bir çok ülkesinde Türk olduğumu söylediğim anda, üç tane kelime duyarım tanıştığım kişiden. “İstanbul, harika yemekler ve MİSAFİRPERVERLİĞİMİZ.” Dil desteği atmadan, o misafirperverlik adresini bulamıyor hava alanlarımızda. Kalabalıktan mıdır nedir bilmem, görevlilerin çoğunun beden dili oldukça kaba. Güleryüz desen hak getire. Turistin ülkemiz hakkında ilk intiba edineceği yer hava alanı. Biraz daha dikkat derim ben.

Neyse uzatmayalım. Bu dört arkadaşın her biri bizi farklı noktalara yönlendirdi. Sonunda kendimizi alan dışında bulduk 🙂 . Neyse ki biniş kartlarımız elektronik ortamda hala telefonlarımızda olduğundan, salonlardan birinin dışındaki görevliye telefon ekranını gösterip, bir de beden dili valiz işareti yapınca tekrardan içeri girebildik. Yaklaşık yirmi beş dakika sonra valizlerimize kavuşabildik.

Kısacası size bol şans.

Alan içi herhangi bir noktada sigara içilmesi yasak. Kapı önüne çıktığınızda da çat sigarayı yakarım yok. Kaldırım üzerinde sigara içenler için ayrılmış istasyonlara yakın içmeniz gerekiyor.

Eğer Madrid’den hava alanına taksi ile dönecekseniz, şöförlere hangi havayolları ile uçacağınızı söylemeniz yeterli. Her giriş kapısında, o bölümde yer alan havayollarının logolarından oluşan bir bilgilendirma, kapı üstlerine asılmış.

Avrupa’da, Madrid Hava alanını kullanarak başka bir noktaya geçecekseniz, iç hatları aramanıza gerek yok. Yine terminal numaraları burada devreye giriyor.

Size bir bilgi daha.

Yurt dışı uçuşlarımızın tamamında ilk tercihimiz her zaman Türk Hava Yolları’dır. Nesen mi çünkü “I feel like a star”. Ender zamanlarda, uçuşların takvimimize uymaması halinde başka hava yolları ile seyahat ediyoruz.

Feel like a star

AirEurope, Ryan Air, iyi havayolları. Komforlu uçaklar.

3

Avrupa’da uçan yabancı havayollarının bir çoğu, uçacağınız gün size elektronik olarak check-in yapmanız gerektiğini söyleyen bir email gönderiyor. Yapmamanız halinde kişi başı 50 Euro cezası var. Amaç yığılmayı önlemektir diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz tamamen soyma amaçlı. Çünkü bu havayollarının kuyrukları yaklaşık iki yüz kişi gibi bir rakama kadar çıkıyor. Neden mi? Çünkü altı ayrı destinasyona uçacak herkes için üç, bilemediniz dört tane desk açık. O yüzden henüz vakit var deyip gevşemeden hemen kuyruğa girin.

Madrid’den İstanbul’a gelecekseniz, güvenlik kontrolünden geçtikten sonra bir pasaport kontrol noktası olduğunu daha söylemek isterim. O yüzden zamanlamanızı iyi yapın.

Kaçış

1Benim gibi seyahat etmeyi seviyorsanız, gittiğiniz yerde en çok bir yabancı olmayı sevdiğiniz için seyahat ediyor olabilirsiniz. Rutin sorumluluklarımızdan kaçmanın da en iyi yolu seyahat etmek sanırım. Hayatın telaşını biraz askıya almak, biraz ara verip soluklanmak.

Öyle dedikleri gibi, meraklı olmanın kediyi öldürdüğü falan yok. İnanmayın. Bir ülkenin tarihine, geleneklerine, kültürüne ya da mutfağına  duyduğumuz merak, bizi seyahat etmeye iten en itici güç aslında.

Herkesin seyahat etme amacı farklılık gösterir. Kimisi alışveriş yapmak için, kimisi yeni yerler keşfetmek için, kimisi tembel tembel kumsalda yatarak, güneşin ve denizin tadını çıkararak, tembellik hakkını kullanabilmek için seyahat eder. Bu kategoriler çoğaltılabilir. İşin özünde seyahat kaçıştır.

Günlük yaşam çizgimizin dışında seyahat etmenin belli başlı bir maliyeti olacağından, gideceğiniz yere  ne için gitmek istediğinize karar vermeniz gerekiyor. Bu size gideceğiniz yerde ne kadar kalmanız gerektiğine dair bir fikir verirken, bütçenizi de daha rahat planlamanıza yardımcı olacaktır.

TATİLE ÇIKMADAN ÖNCE

Gezen Kedi olarak, seyahat etmeden önce takip ettiğim birkaç kuralı sizinle paylaşmak istiyorum. Bunları uygulamanız halinde, seyahatinizin dolu dolu ve sağlıklı bir bütçe çerçevesinde geçeceğini garanti ederim.

  1. Para harcayacağınızı bilin.

Eğer seyahat için bir bütçe ayırmadan, seyahate çıkmak; ya da yanınızda götürdüğünüz cep harçlığınızın bir bölümünün eve dönüşte hala yanınızda olmasının hayalini kuruyorsanız, uyansanız iyi olur. Para harcamaktan kaçamayacağınızı bilin. Bu fikre alışmanız halinde, seyahat bütçenizin daha sağlıklı olacağından emin olabilirsiniz. Daha sonra bütçeleme hakkında fikirler vereceğim.

2.  Ne istediğinize karar verin

Bugün internet sayesinde, dünyanın bir çok şehri, ülkesi hakkında binlerce kaynağa ulaşmak mümkün. Para biriktirme sürecinde araştırma yapmanız, size ne istediğiniz konusunda fikir verirken, bütçenizi de bu doğrultuda yaparsınız.  Seyahate çıkmadan önce cebimizdeki paraya güvenerek yola çıkılan günler çok gerilerde kaldı. Seyahate çıkmadan önce bütçe yapıp, biraz da aciliyet durumları için para ayırmanız halinde, inanın bana seyahatiniz daha ekonomik olacaktır.

3.  Anı biriktirmenin en güzel yolu seyahat etmektir.

Yaşlandığımız zaman, vücudumuz artık kıpırdamak istemez olduğunda, en büyük zenginliğimizin sahip olduğumuz anılar olacağına inanan biriyim ben. Bu yüzden seyahatlerimi planlarken bu nokta üzerinde durmaya çalışırım en çok. Yani yetmiş yaşımı geçtiğimde, gözlerimi her kapatışımda bir çok film karesinin orada beni bekliyor olmasını istiyorum. Bunun için dünyanın en pahalı oltelinde kalmanıza, en lüks resturantında yemek yemenize gerek yok. Tek gereken, sizin ne yapmak istediğinize zevkleriniz doğrultusunda karar vermenizdir.

4 . Hiçbirimiz bir Trumph değiliz.

Günün sonunda bir çoğumuz, belli bir bütçe ile hayatlarını sürdüren insanlarız. Bir Trumph değiliz. Babamız ilk işimizi kurmamız için bir milyon dolar vermemiştir. Bu yüzden seyahat planınızı yılın ilk ayında yapmaya başlamanız, size hem planlama hem de bütçeleme konusunda zaman kazandıracaktır. Bu sayede borçlanmadan tatile gidebilecek, eve dönmeden bu borç kaç ayda biter sendromları ile boğuşmak zorunda kalmamış olacaksınız.

5. Sürü ile seyahat mi? Yalnız kurt mu?

Internet üzerinden bir çok tur firmalarının reklamlarına ve sundukları cazip fiyatlara ulaşmak, ödeme şekillerini önceden bilerek kendinize uygun olanını seçmek çok kolay. Tatil planı yapan bir çok kişinin düştüğü en büyük hata, tur şirketlerinin daha ekonomik olacağına inanmasıdır. Aslında tam olarak öyle değil. Eğer seyahatinize bir tur grubu ile çıkmak isterseniz, özgürlüğünüzün biraz kısıtlanacağını baştan kabul etmeniz gerekiyor. Tur firmaları haklı olarak bir programa bağlı kalmak zorundalar sonuçta. Bir seyahat acentesinin kapısından içeri girdikten sonra, firma size seyahatinizden ne bekliyorsanız bir paket halinde size sunacaktır.

Ben bir programa dahil olmak istemiyorum, özgürce gezmek istiyorum, grupla beraber olmak istemiyorum diyorsanız, ki ben ve Bay David bu kategoriye girenlerdeniz, o zaman seyahat planınızı ve bütçenizi hazırlama işi size düşüyor.

Seyahatinizi bir seyahat acentesinden satın almadan önce, firmayı iyice araştırmanızı, size sunulan seçenekleri internet üzerinden özellikle TripAdvisor da inceledikten sonra, satın alıp almayacağınıza karar vermenizi öneririm. Tur şirketlerinin sunduğu en büyük avantaj taksit imkanıdır.

Gideceğiniz yerin düşük ve yüksek sezonlarını önceden öğrenmeniz halinde, düşük sezonların, yüksek sezona nazaran daha az maliyetli olduğunu bilin. Kış ayları, deniz kum, güneş üçgeni tatil fırsatları sunan yerlerin genelde düşük sezonlarıdır.

Bizim gibi, kalabalıkta olmaktan hoşlanmıyor, gittiğiniz şehrin tamamen size ait olma fikrinden hoşlanıyorsanız, düşük sezonda seyahat etmenizi öneririm. Bu yine tamamen sizin ne yapmak istediğinize bağlı.